Rivayet odur ki; Tolstoy, Anna Karenina yı yazdığı dönemde bir gün yardımcısına, her ne şartta olursa olsun, kendisi odasından çıkana kadar kesinlikle rahatsız edilmek istemediğini söyler...Yardımcısı sabah kahvaltı tepsisi bırakır ve evine döner.Akşam geldiğinde tepsi ordadır..Tolstoy un yazarken ne kadar kendisini kaptırdığını bildiğinden, önce çok önemsemez.Akşam yemeği için bir tepsi bırakır, lakin geldiğinde öylece duruyordur..
Bir süre böyle devam edince yardımcı dayanamayıp odaya girer...Tolstoy, cenin pozisyonunda yerde hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır..Çaresiz gözlerle yardımcısına döner ve der ki" biliyor musun, Anna Karenina öldü."
Yani öylesine içindedir ki kendi yarattığı hikayenin, kendisinin can verdiği ve kendisinin öldürmeyi seçtiği kahramana veda etmek onu bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalmışçasına bedbaht etmiştir.
Ve Anna Karenina...Arzu, hırs, güzellik, zeka...Herşeyin cömertçe vücut bulduğu bir kadın...Evli bir kadının yasak aşkı ve o zamandan bu zamana değişmeyen son.Büyük yaşar kadın, aşkını da, öfkesini de.Aşıktır ve ona göre ne imkansız vardır artık, ne de cevaplanması gereken bir soru.Ürkütücüdür, feda edemeyeceği bir şey yoktur.Arzu ve tutku ortak, günah yalnızca kadına ait. Aynı günahın bedeli farklı biçilir hep.Erkek süt kadar beyazdır; oysa ki kadın...Kadın yok olur gider, erkek kaldığı yerden devam eder..
Sırf Tolstoy un müthiş betimlemeleri, edebi değeri tartışılamaz cümleleri, geniş anlatım becerisi ve toplumun her kesimini dahil edebildiği hikaye örgüsü bile bu kitabı okunulması gereken bir eser sınıfına sokacaktır.Taktir sizin...