Visal sonra bize uzun uzun intifadayı anlatacaktı. Sadık ona sorunca: "Bilmem ki nerden başlasam, hangi birini anlatam? Hem siz havadisleri benden daha çok takip ediyonuz. Cenin'de bitecik Amman kanalıyla İsrail kanallarına bakıyoz. Ama sizin televizyonda maşallah, her bi dünyanın kanalı var. Gaztede, kitapta ne varsa okuyonuz." Böyle istediğimizde anlatmazdı. Ama biz oradan buradan konuşurken intifada konusu birden sohbete girer, mevzu bir anda intifadada ne olup bittiğine dönüşürdü. İlginçtir Visal bir şey anlatırken hep gülerdi. Hep komik olayları seçerdi. Gülerek kendine güç mü katmak isterdi? Yoksa uğruna kurban verilen intifada da tıpkı atmış yediden sonra Lübnan mülteci kampına giren direniş harekâtı gibi insanlara bir ışık, bir güven duygusu mu vermişti? "Bi küçük velet. Vallahi veledin teki. Allah onu neyin içine sokmuş ondan bile haberi olmayan bi çocuk... onlardan. Kafasına bi tencere geçirmiş, elinde bi buçuk metre silah. Ona; git öldür, diyolar. O korkuyo. Öldürse de korkuyo, ölse de korkuyo. Kendi kalkanlı, silahlı, zırhlı aracın önünde. Bildiğin fare. Kafasının ucunu çıkarıp saniyesinde saklanıyo. Bizim çocuklar maşallah öyle mi sırtlan gibi saldırır."
JOE: (Düşünceli) Neden içiyorum? (Bunu düşünürken duraksar. Bu düşünceler çok karmaşık ve derindir. Öyle ki JOE'nun yüzüne komik ve naif bir ifade verir.) Bu sorunun bayağı karışık bir cevabı var. (Anlamı belirsiz bir gülümseme) MARY: Niyetim seni... JOE: (Hızla, nazikçe) Hayır. Hayır. Söyleyeceğim. Nedenini biliyorum. Doğru kelimeleri bir bulabilsem. Samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. MARY: Hiç önemi yok gerçekten. JOE: (Ciddi) Hayır, var. (Bilimsel) Bir düşünelim, neden içiyorum ben? (Bilimsel) Hayır. İnsanlar neden içer? (Tahlil ederek) Bir günde yirmi dört saat var. MARY: (Üzgün ama canlı) Evet, bu doğru. JOE: Yirmi dört saat. Nedendir bilmem ama, bu yirmi dört saatin en az yirmi üç buçuğu, renksiz, ölü, sıkıcı, boş ve çekilmez. Bunlar saatin üzerindeki çizgiler sadece; yaşadığımız zaman değil. Kim olursan ol, ne yaparsan yap, yirmi dört saatin yirmi üç buçuğu beklemekle geçiyor. MARY: Beklemekle mi? JOE: (Yüksek sesle ve el kol hareketleriyle) Ve bekledikçe, uğrunda beklenecek şeyler azalıyor. MARY: (Dikkatli ve zarif öğrenci) Aaa. JOE: (Devam ederek) Bu böyle günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca sürüp gidiyor ve sonra fark ediyorsun ki bütün yılların ölüp gitmiş. Bütün dakikalar ölmüş. Kendin de ölmüşsün. Artık bekleyecek hiçbir şey yok. Saatin üzerindeki o çizgilerden başka hiçbir şey. Yaşanacak zaman kalmamış. Yalnızca dakikalar, bir de ahmaklık kalmış. Güzel, parlak, akıllı ahmaklık. (Bir an durur) Bu, soruna cevap oldu mu?
Sayfa 76 - Aras Yayıncılık / Birinci Basım: Haziran 2019 / Özgün Adı: The Times Of Your Life / İngilizce Aslından Çeviren: Ece Eroğlu
Reklam
“Evet, arada siz mahcup oluyorsunuz.” “Mahcup olup da ne olacak... Ben o kadını“ölüdür, ölü sayılır”diye zorla gömdürürdüm. Bir hekime mi inanırlar, yoksa yaşlı, cahil bir kadına mı? Her kötülük cahillikten geliyor. Ne yazık ki, halkımız çok cahil. O kadar cahil ki, ölüyorlar da öldüklerini bile bilmiyorlar, öyle insanlar var ki, çoktan ölmüş
“Ondan değil. Bizim cankurtaran arabasının modeli çok eski olduğundan artık bu modelin motoru hiçbir yerde bulunamıyor. Onun üzerine baktık ki, kan kaybeden yaralı, arabada ölecek, ne yapalım... Kent içi olsa kolay, yaralıyı sarıp sarmalayıp paket yap, bir emanetçiye bırak, git hastaneye haber ver. Ama biz kent içinde değiliz. Neyse, bir
Memleketin Havasında
“O zamanlar geçmiş beyim, onlar eskidenmiş... Yani bir zamanlarmış... O zamanlar nerdeee? Yeniçerimiz varmış, yeniçerimizin bir bıyığına bir düşman askeri asarlarmış o zaman, anla ne bıyık... Mehter takımlarımız varmış, yeniçeri davulcusu kös'e bir vurdu mu, yer yerinden oynar, düşmanın dudağı yarılırmış korkudan... Yergök zangır zangır titrermiş. öyle leventler varmış yelkenli teknelerimizde, bir nağra saldı mı, denizde fırtına kopar, düşman gemileri batarmış...” “Yok daha ne?” “Bunları tarih yazıyor, tarih... Bak bir de şimdiki halimize, surada kırkelli kişi toplanmışız da, kıçı kırık cankurtaran huradasını yerinden kıpırdatamıyoruz.” “Valla doğru... Sen getir o yeniçeri davulcuyu, getir o kös'ü de, bir tokmak indirsin kös'e, bakalım bu cankurtaran böyle yerinde çakılı durabilir mi? Valla mehter takımından davulcu bir tokmak indirsin kös'e, bu araba tepkili uçak olur da uçar gider...” “Onu bunu bilmem. Alaman gemisini bizim denizlerde yürütememişler.” “Davranın din kardeşleri... Hayda bre aslanlar, dayanın!..” Arabaya içerden dayanmaktan ter içinde kalmış olan şoför, “Bir yürüse cenabet, artık kendiliğinden gider...” dedi. “Yani, bu başka memleketlerde yürüyen vapurlar, trenler, otobüsler neden bizim memlekete gelince yürümüyormuş?” “Yadırgıyor da ondan... Söyledi ya demin bey, memleketin havasından...”
Amin
Ben, Şemseddin Ahmed... Şimdi o kapının önündeyim. Siz de şahit olun kardeşlerim..." Durdu o an. Bir şeye dalar gibi daldı gözleri. Tanıdık birilerini görür gibi bakıyordu. Kimse fark etti mi bilmem ama ben fark ettim ki tebessüm ediyordu. O an iki elini kaldırdı havaya ve gözlerini kapadı. "Allah'ım" dedi "Aşıklarına safa, dertlilerine deva ver." "Âmin" diye bir ses yükseldi bütün bir şehrin dilinden. Sanki bütün semayı doldurdu. "Mahcup kullarının önünde perdeyi kaldır, bir yol arayanların önünde kapıları aç." "Âmin" dedi dili olanlar... "Bu şehri koru Allah'ım. Onların bana kucak açtığı gibi Sen de onlara kucak aç." Öyle bir "Âmin" dediler ki bu kez. Ses yok gibi, gönülden... Sustu birden. Birkaç kez yutkundu. Bakışlarını gezdirdi ahalide. Sanki hepsine tek tek bakıyordu. Ve son bir söz söyledi. "Hakkınızı helal edin." dedi ve gözlerden akan yaşlar, yerlere eğilen başlar, hatta şehirdeki taşlar sızladı. "Helal olsun..."
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.