Kaplıcalarda üç hafta kaldım, bu üç haftayı yaşamın geri kalan her gününden daha yoğun, daha derin yaşadım. Bir gün Ernesto işteyken, parkta geziniyordum; aklıma o anda ölmenin ne kadar güzel olacağı geldi. Tuhaf görünebilir, ama en derin mutluluk, en korkunç mutsuzluk gibi beraberinde zıt bir arzuyu getirebilir. Sanki çok uzun süredir yürüyordum, yıllardır, yıllardır bu konuda toprak yolları aşındırıyordum; daha ileri gidebilmek için küçük bir baltayla kendime bir tünel açıyordum, ilerliyordum ve çevremde ayaklarımın dibinde hiçbir şey göremiyordum, nereye gittiğimi bilmiyordum. Önümde bir uçurum, bir çukur, büyük bir kent ya da bir çöl olabilirdi, derken koru birden bire açılmıştı, farkına bile varmadan tepeye tırmanmıştım. Kendimi ansızın bir tepenin doruğunda bulmuştum, az önce güneş doğmuştu, dağlar değişik tonlarda ufka doğru uzanıyorlardı önümde, Her şey açık maviydi, hafif bir esinti tepeyi, tepeyi ve başımı, başımı ve içindeki düşünceleri okşuyordu. Arada bir aşağıdan bir gürültü, bir köpek havlaması, bir kilise çanı işitiliyordu. Her şey garip bir hafiflik ve yoğunluk havasındaydı. İçimde ve dışımda her şey açık seçikti, hiçbir şey üstüste binmiyordu, hiçbir şey gölge etmiyordu, artık buradan inmek, ormana dönmek istemiyordum. kendimi maviliğe atmak, sonsuza dek orada kalmak, yaşamı doruk noktasında terk etmek istiyordum.