Yaşar Kemal edebiyat dünyasına bir derleyici olarak girer. Önce ağıtları derler. Hani şu 20. yüzyılda en fazla 1 yıl süren ölüm acısını hatrımıza getiren ağıtları. Amma o ağıtları yakanlar bir ömür kalplerinde taşırlar kaybettiklerini, kaybettikleriyle birlikte yaşayarak 20. yüzyıldaki bu yozlaşmış düzene ve kendini kaybetmiş insanlığa başkaldırıdır aslında bu.
Ağıtlar dışında Köroğlu Destanı, Alageyik Destanı, Karacaoğlan Destanı ve Ağrıdağı Efsanesi’nin de derleyicisidir Yaşar Kemal.
Yaşar abiyi bilenler bilir. Ezilenden, hor görülenden, hakir tutulandan yanadır o. Haksızlığa karşı, düzene karşı, dişlerine kan bulanmış çarklara karşıdır.
Bu efsanede kullandığı motifler Anadolu’nun simgeleşmiş motifleri, olaylar karşısında karakterlerin gösterdiği tutumlar Anadolu halkının ananeleridir.
Ne anlattı, nasıl anlattı, neden anlattıdan ziyade beni en çok etkileyen kısıma değinmek istiyorum. Gülbahar’ın, Ahmet’i zindandan kurtarmak için Memo’ya saçından bir tutam vermesi ve bu durumu öğrenen Ahmet’in, Gülbahar’ı affetmemesi...
Sevdiğinin saçının teline el değdi diye sevdasından vazgeçen Ahmet’ten nasıl oldu da kucaktan kucağa gezinmelerimize sevda adını verir olduk biz?
Nasıl oldu da uçkurumuzla gönlümüzün yerini değiştirdik? Ne oldu da biz böyle olduk? Modernizm namına pezevenkleşen bir çağı kabullenemiyorum. Tekrar tekrar ansıyor ve haykırıyorum:
O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler
Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.