Benim bir romanda en öncelikli aradığım, kelimelerin ve yazım dilinin teknik özelliklerinin ustalıklı kullanımıdır. İyi anlatımı, anlatılan hikayeden yeğ tutarım. Bu yaklaşımımı bazı arkadaşlar “fazla mekanik” bulurlar -- kurgu ve/veya anlatılan hikaye de pekala daha makbul bulunabiliyor, pek çokları için belki öyledir de.
“Martin Eden”, Jack London’ın ilk okuduğum kitabı oldu. Hikaye baştan sona sürükleyiciydi. İtiraf etmeliyim ki, hem kitabın baş kahramanı Martin Eden’ın zorlu yaşam mücadelesi hem de romandaki lirik aşk hikayesi daha kitabın ilk sayfalarından itibaren beni kendisine kilitledi, kitabın son cümlesine dek soluksuz takipte kaldım.
Ama dedim ya işte kelimeler/dil önemli diye, doğrusu başlarda, belki kitabın ilk üçte birlik bölümünde yazarın anlatım dili bana biraz basit, yavan geldi. Bu belki de bu kitaba bir Dostoyevski romanı sonrasında başlamış olmamdan kaynaklanmıştır, bilemiyorum.
Ama sonrasında, nasıl olduğunu benim de tam anlamadığım bir şekilde, dildeki o basitliği sevmeye başladım. Daha doğrusu, o basitlik dediğimi daha sonra sadelik/yalınlık olarak görmeye ve bu yalınlığın kitaba harika bir akıcılık kattığını düşünmeye başladım. Yazar kitapta zaten okuyucuyu kendine kilitleyen cinsten nefis iki hikaye yakalamış (bir kişisel gelişim hikayesi, bir de nefes kesen bir aşk hikayesi), dolayısıyla bunları öne çıkaracak şekilde kullandığı dili özellikle süper-akıcı tutmuş gibi hissettim. Zaten bir noktadan sonra kurgu, dil, anlatılan hikaye hepsi birbirinden beslenmeye başlıyor sanki.
Uzun lafın kısası, büyük keyifle okuduğum bir roman oldu. Herkese tavsiye ederim.