Gönlümde biriktirdiklerim dolup taşmaya başladı ve ben onlara yakalandım, onlardan kaçamıyorum. Gözlerim taşmak üzere olan bir kuyu misali. Ama biliyorum bu kuyuda saf su yok. O kuyuda söyleyip istediklerimde sustuklarım, kırgınlıklarım, öfkem, pişmanlığım, keşkelerim var. Bu kuyu taşmaya başladı. Gönlüm bu ağırlıkları kaldıramıyor. Güçlü duruşumun ardında gizlenen içimdeki her şeye küsmüş olan çocuğun haykırışlarına kulaklarımı tıkayamıyorum artık. İçimdeki çocuk sırtını sana döndü anne diyemiyorum mesela. Söylediklerim ve içime akıttıklarım arasında gidip geliyorum. Bu bir uçurumda olmaktan farksız değil aslında. Düştüm düşeceğim derken kanatlarını açıp çırpınan kuş gibi çırpınıyorum. Dur durak bilmeksizin çırpınıyorum, yolum nereye çıkarsa çıksın ben o uçurumdan düşmeyeceğim diyorum. Bir nevi de çırpınırken kaçmaya çalışıyorum. Neyden mi kaçıyorum? Söyleyeyim, ümitsizlikten. Çünkü en büyük hastalık bu değil mi? Ümitsizlikten büyük hastalık gören oldu mu aranızda? Ümidini kaybeden insan üstüne toprak atılmamış ölüye benzemez mi? Eğer öyleyse içimdeki çocuk ölüyor anne. Gözlerinin önünde ölüyor ve sen görmüyorsun anne! İçimdeki çocuğun haykırışlarına kulak vermiyorsun. Bir kulak versen; bak anne yaralarıma, ben kapatmaya çalıştıkça daha çok kanattın desem. Buraya bak, kalbime bak görmüyor musun dikişi açılan yaralarla dolu. Bu zamana kadar içim kan ağlarken yüzümdeki maskeyle palyaço kılığındaydım, ondan mı görmedin yaralarımı anne? Artık yaralarımı gizleyemiyorum eskisi gibi. Göz yaşlarım bardaktan boşanırcasına yağan yağmur misaliyken gizlemek mümkün mü?