Okurken insanı öyle bir tekdüzelik sarıyor ki kış günleri işten eve evden işe giden mutsuz, umutsuz milyonlarca insan geçiyor önünüzden. Bodrum katlarında, dört duvar arasında hapsolmuş işçiler, memurlar, beyaz yakalılar, mutluymuş gibi yapanlar dönüşüyor etrafınıza. Zaten yazar da bir yerden sonra kahramana söyletiyor buna benzer cümleler:
"Bodrumdan yukarı çıkan merdivenin ilk basamağını çıktım ben. Kendi bodrumuna tıkılıp kalmış o kadar çok insan var ki, üstelik manzaranın geniş, büyük resmin anlamlı olduğu, gelecek ve bilinmeyen korkusunun beklentiye dönüşebileceği yer olan üst katlar boş dururken.”
Beklentiler üzer bizi tabii ki ama hayattan hiçbir şey beklememek, hayata anlam katmamak, gerçekten sevmemek, hiç sevilmemek daha da üzer.
Kahramanımız Elenior da bir dönüm noktasıyla sevgilisine, kardeşine, annesine, iş arkadaşına, işine öz hakiki anlamlar yüklemeye başlıyor. Bir günlük ve bir ölüm buna sebep oluyor buna.
Ne gerçek hayatınızda, ne taklit? En hakikisi hangisi? En eskisi mi? Öz hakiki can dostunuzu hangi kriterlere göre belirlediniz? İşinizi gerçekten seviyor musunuz? Ya da eşinizi, sevgilinizi?
Hangi noktada değişmeye karar verdiniz, yeniden kurdunuz hayatınızı? Hala kaçanlardan, bodrumda kalanlardan mısınız yoksa ?
Çok basit görünen iç konuşmalardan oluşan metin aralarına sizi sarsan cümleler sıkıştırılmış. Başta Norveç gibi çok karamsar, bunalımlı olan cümleler zamanla umutla ışıldamaya başlıyor, çünkü kahramanımız artık gerçek anlamda yaşamaya başlıyor.
Norveç edebiyatının güçlü sesi olan yazar hayatı ertelememeyi, yalnızlaşmaktan kaçınmayı, yabancılaşmamayı anlatıyor esasen.