S.Zweig; Oda nasıl da kararmış ve sen bu alacakaranlıkta bana ne kadar da uzaksın! Yüzünün olduğunu tahmin ettiğim yerde cılız, aydınlık bir pırıltı görüyorum yalnızca ve gülümsüyor musun yoksa hüzünlü müsün bilmiyorum.
Ben; Hüzünlüyüm
S.Zweig; Gülümsüyorsan, pek tanımadığım insanlar hakkında tuhaf olaylar uydurduğum, yazgılar hayâl ettiğim ve sonra onları bir şey olmamış gibi yeniden yaşamlarına, dünyaya geri kaydırıverdiğim içindir. Yoksa aşkın yanından geçip giden ve bu tatlı düş bahçesinde geçirdiği bir saat içinde kendini ebediyen kaybeden bu oğlan yüzünden hüzünlendin mi?
Ben; Evet
S.Zweig; Bak, bu hikâyenin kederli ve karanlık olmasını istemedim ben, ansızın aşka düşen bir oğlanın, onun ve diğerinin düştüğü aşkın hikâyesini anlatmak istedim sana sadece.
Ben; Anlıyorum ama çok üzüldüm
S.Zweig; Ne var ki akşamları anlatılan hikâyelerin hepsi hüznün sessiz sokağına çıkar. Alacakaranlık, tülleriyle onların üstüne çöker, akşamda sükût eden tüm keder, onları yıldızlardan yoksun bir kubbeyle örter, karanlık damla damla kanlarına akar ve onların taşıdığı tüm aydınlık ve renkli sözler sanki bizim kendi hayatımızdan geliyormuşçasına dopdolu ve ağır bir seda bırakırlar.
Ben; ...