Hayatım boyunca, karton ciltli kitapları hep ama hep küçümsemişimdir. Bu tür kitaplar, daima saygın ve soylu olarak kalması gereken bir ideale yapılabilecek en iğrenç hakarettir. Sadece cahil ve bilgisiz kişiler bir kitabın kapağına bakılarak o kitap hakkında bir hüküm verilemeyeceğini iddia edebilirler. Onlara göre, büyük bir eserin paketi nasıl olursa olsun, eser daima büyük bir eser olarak kalacaktır. Saçmalık! Paketleme, içinde ki ürünün de aynası olmalıdır. Mesela, siz şimdi kalkıp lüks bir eşyayı gazete kağıdına sarar mısınız? Zaten eğer, büyük edebiyat eserleri eşyaların en lüksleri arasında sayılmayacaksa, büyük edebiyat ne işe yarar ki!
Altın büyülü bir maddedir, diyordu yaşlı Howard. İstediği kadarını, hatta daha fazlasını bile bulabilir insan. Taşımayacağı kadar çıkarabilir. Herşeye rağmen daha fazlasını toplamak ister. Ve bu umutla iyi ile kötü arasında bir ayrım yapamaz olur. Yola çıkarken otuz bin dolarla yetineceğine dair söz verir kendi kendine. Birşey bulamazlarsaa yirmi, on, hatta beş bine bile razı olacak duruma gelir. Ama eğer birşeyler bulursa, başta istediği otuz bin yükselir, yükselir, elli, yüz, iki yüz bin dolar olur.
Kuşları işitti. İçlerinden biri konseri başlatıyor, diğerleri de ona katılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu bir konser değildi. Dikkatle kulak verildiğinde çıkan gürültünün bir testereden çıkan sese benzediği fark ediliyordu.
İleri geri gidip gelen bir testere. Trelkovsky kuşların çıkardığı seslerin neden müzikle karşılaştırıldığını asla anlayamamıştı. Kuşlar şarkı söylemiyorlardı ki, çığlık atıyorlardı.
Hele sabahları, koro halinde çığlık atıyorlardı. Trelkovsky'yi gülme tuttu, bir çığlığın şarkı olduğunu zannetmek çuvallamanın dik alası değil miydi? Kendi kendisine insanlar yeni başlayan günü birbirlerine koro halinde çaresizliklerini haykırarak selamlama alışkanlığı edinirlerse ne olacağını sordu. Hadi abartmış olmayalım, yalnızca haykırmak için yeterince sebebi olanlar haykırsalar bile, acayip bir kakofoni işitilirdi.
Bu sırada Judith'le aramda bize keyifli olduğumuzu gösteren kısa ve anlamsız konuşmalar geçiyor. Örneğin, birbirleriyle karşılaşan tramvayların vatmanları selamlaşır mı selamlaşmaz mı konusu.
Judith selamlaştıklarını düşünüyor; bense, birbirlerine gün de elli veya altmış defa selam veremeyeceklerini söyleyerek karşı çıkıyorum. Ama her karşılaşmalarında başlarını da çeviremezler ki, diyor Judith. Bu sorunu çözemiyoruz ve vatman olmadığımıza şükrediyoruz.
Dr. Blaul, sözleşmeli personelin ve işçilerin ayda en az bir gün tiksinti izni alabilmeleri için mücadele veriyor. Ona göre insanlar birdenbire şirketlerine, iş arkadaşlarına, kendilerine veya her neye karşı olursa olsun tiksinti hissettiklerinde, önceden haber vermeksizin ve gerekçe göstermeksizin, iş yerlerinden bir gün uzak kalma hakkına sahip olmalı. Böyle bir tiksinti günü, hemen kaçacağımız yerde, kendimize yeniden hakim olma yolunda bize destek olacakmış. Zira, diyor Dr. Blaul, tiksinti insanı önceden uyarmadan yakalar ve hemen "cevaplandırılmalıdır" Ne yazık ki Dr. Blaul, bu planı için (bildiğim kadarıyla) tek bir işletmeyi bile ikna edememiş.
Unutmayın ki çocuklar erkek adama ihtiyaç duyulduğunda erkek olurlar. Çevrede bir erkeğe ihtiyaç yoksa, kırk yaşında olsalar da hala oğlan çocuğu gibi davranan erkekler gördüm.
"Affedersiniz, ama siz galiba ayakkabı bağlamasını henüz öğrenememişsiniz." Kızaran yüzümü ona doğru çevirip öylece kaldım. Dilimi dudaklarımın arasında gezdirdikten sonra şöyle dedim:
"Biliyor musunuz, ben düğüm yapmayı hiç beceremem.
.
inanmayacaksınız, ama çocukken öğrenmek istemedim hiç.
Ayakkabılarımı, bağlarını çözmeden çıkarıyorum, çekecekle giyiyorum. Bağlamasını beceremiyorum, şaşırıyorum. Kimse inanmaz." Bunun üzerine yabancı adam tuhaf, hiç beklenmedik bir şey söyledi.
"Peki, çocuğunuz olursa eğer, ona nasıl öğreteceksiniz ayakkabısını bağlamasını?" Ama asıl tuhaf olan, bu soru üzerine benim bir an düşünüp sonra cevap vermemdi; sanki bu sorunu daha önce düşünmüş, er geç bir gün sorulur diye yanıtını içimde saklamışım gibi.
"Çocuğum ayakkabı bağlamasını başkalarından öğrenir," dedim.
Yabancı adam daha da saçma bir itirazda bulundu:
"Peki, ya kıyamet günü gelir de bütün insanlık yok olur, ama Tanrı'nın sevdiği kullar olarak bir tek siz ve çocuklarınız kalırsa ne olur? Hiç düşündünüz mü? Onlara düğüm yapması nı nasıl öğreteceksiniz? insanlığın düğümü yeniden keşfetmesi için kim bilir kaç yüzyıl geçer!"
Kartında şöyle demişsin:
"Çerçevesiz gökyüzünü ve tel gölgesiz güneşi sizinle paylaşmak için hemen yazıyorum." Bu cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişler.
"Güneş" ve "paylaşmak" sözcüklerinin yanına da soru işareti koymuşlar. İdaredeki bıyıklı amcalar bu sözleri anlamamışlar mı? Ben bile anladım.
• Sadece çok uzak bir gelecekte bana faydası olacak kitapları, genel okuma çizgimin dışında kalanları ve bir kez okuyup da bir daha yıllar boyu, belki de hiçbir zaman kapağını bile açmayacaklarımı neden evde tuttuğumu defalarca sordum kendime. Fakat, örneğin, nasıl olur da çocukluğumun birkaç tuğlasını yerinden sökmeden Vahşetin Çağrısı'ndan kurtulurum? Yahut gençliğime damgasını vuran Zorba'dan, 25. Saat'ten ve kendimize bahşettiğimiz o kutsal sadakat ile en üst raflara yıllar önce, bütün halinde fakat sessiz sedasız, hediye edilmiş diğerlerinden?
• Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut İçlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.
Özgürce yapılan her iş iki etkenden doğar: Biri ruhsal etken, yani işi belirleyen, tanımlayan istem;
öbürü maddesel etken, yani işi gerçekleştiren güç. Bir nesneye doğru gittiğim zaman, önce ona gitmek istemekliğim gerekir, sonra da ayaklarımın beni ona götürmesi. Bir kötürüm koşmak istese, çevik bir adam da istemese, ikisi de oldukları yerde kalırlar. Politik bütünde de aynı etkenler vardır: Güç ile istem onda da birbirinden ayrılır. İsteme yasama gücü, güce de yürütme gücü denir. Bunların ikisi birleşmedikçe politik bütünde hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır da.