Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bakabiliyorsan gör,görebiliyorsan farket..Körlüğün içinde yaşanılan karanlığın sadece ışığın yokluğu anlamına geldiğini , körlük dediğimiz şeyin , varlıkların ve nesnelerin görünüşünü örtmekle sınırlı kalıp, onları bu kara perdenin ardında el değmemiş halde bırakan bir şey olduğunu da düşünmüştüm zaman zaman. Şimdiyse aksine öylesine aydınlık
Bütün Babalar Birinci :)))
Ertesi gün okulda sıra arkadaşım olan kıza, babasının sınıflarını nasıl geçtiğini sordum. -Benim babam sınıflarını hep birincilikle geçmiş,dedi. Konuşmamızı duyan arkamızdaki sıradan bir çocuk da, -Benim babam da öyle, dedi, hep biriciymiş okuldayken. Derken, öbür çocuklar da bu konuşmaya katıldılar.Babasının okuldaki durumunu bilmeyen yalnız üç arkadaş çıktı sınıfta. Öbürlerinin hepsinin de babaları sınıflarının birincisiymiş. Ahmet, bu mektubumu alınca sen de babana sor bakalım; o da sınıfın birincisi miymiş? Ben şimdiden senin babanında sınıflarını birincilikle geçtiğine inanıyorum. Çünkü bütün babalar, nedense, hep birinci oluyorlar. Anlattığım bu olaydan iki gün sonra kardeşimin öğretmeni anneme mektup yazmış, okula çağırttı annemi. Öğretmeni Metin'in derslerine çalışmadığından yakınmış. Akşam babam bunu öğrenince Metin'e çok kızdı, bağırdı. Sonra da önüne oturttu, öğüt verdi: - Oğlum, sen niçin bana benzemedin? Ben bütün okul hayatımda sınıfın en çalışkanıydım. Bikez bile ikinci olmadım. Hep birincilikle geçtim sınıflarımı. Ayıp değil mi bu senin yaptığın? Niçin derslerine çalışmıyorsun? Bir çocuk babasına bakıp ondan örnek almalı. Babamın kızgınlığı geçmişti. Ben de onun yumuşamasından yüreklenip, -Baba, Metin de bigün baba olunca,çocuklarına sınıflarını birincilikle geçtiğini söyler, dedim. Annem ne demek istediğimi anladı.
Sayfa 20 - Nesin YayıneviKitabı okudu
Reklam
Yıldız Kenter Tiyatroyu yapmaya yeni başladık. Talat Halman, "Koltukları satın da biraz para toplayın," dedi. Bana çok cazip geldi. Fakat bir türlü yürü­müyor. Gidiyorum herkese anlatıyorum, ·bir-iki ev almışız, orada ti­yatro yapmak üzere, rahmetli Kazım Taşkent de, "Temelleri çıkma­dan vermem para," dedi. Temellerini çıkmak için de para lazım halbu­ ki... Kimse koltuk satın almıyor, oraya buraya koşuyorum; "Vazgeç bu işten," diyorlar; "koltuk satarak bu iş olmaz." Sonra bir gün Nezihe Araz, beni Ulviye Bengüsu Hanım'a götürdü, ona anlatırken içeri biri girdi, Erol Simavi'ymiş, ilk defa gördüm. İçeri bile girmedi, şöyle dışar­ dan dinledi. "Bak Erol kim var burada," dedi Ulviye, "bak neler anla­tıyor," dedi. 1O koltuk aldı Erol Simavi. İlk alan, 1O koltuk aldı. Böyle bir şey olamaz, bir mucizeydi. Ondan sonra koltukları her satmaya gitti­ğim yerde bu sefer, "Erol Simavi Bey, 1O tane aldı," diyordum. Bir tane, iki tane, bazısı üç tane, ama genellikle birer-birer; ikişer-ikişer epeyce para toplandı. Temelini biraz çıktık tiyatronun...
Sonunda belki vakit geçirir, olanları unuturum, uyumama yardım eder diye sosyal medyada gezinmeye başladım. Parmağım rastgele, ne aradığını bilmeden öylece dolaşıp durdu ekranda. Ellerindeki telefonları yeni bir uzuvlarıymış gibi kullananların, bir kitabın sayfalarını çevirirken anında yorulan işaret parmaklarını bir videodan diğerine rahatlıkla
Sayfa 123Kitabı okudu
Bedri ! Gittiğiniz günden beri nasıl olduğumu size belki tam manasıyla anlatamam; ama o günün gecesi çok neşeli olduğumu söyleyebilirim. O kadar sevinçliydim ki herkes benim aklımı yitirdiğimi sandı ! Ancak pazartesi günü sahiden de gitmiş olduğunuza karar verdim. Odamın her köşesi bana sizi hatırlattı. Odamın içine sinen sigara dumanı ko­kusu bile, bana artık gittiğinizi hatırlatıyor ve bu, yüreğimi sıkıyor. Bana kalan, gün geçtikçe artan bir yalnızlık duygusu... Bu da beni çok hüzünlendiriyor. Benden istediğiniz fotoğrafları bir dahaki mektubumda yollarım. Sabırlı olmalısınız. Zaten fotoğraflar ne işe yarar ki; onlar ölü, ben ise hayat doluyum. İki ayın bir an önce geçmesini, sizin Paris'e gelmenizi bütün kalbimle, bütün gücümle diliyorum Bedri, lütfen buna inanın. Ernestine
İKİ AY SONRA.
Bir gün her şey birer. Biz bile bittik. Ne bitmeyecek ki? İstediğin kadar çok sev, gidecek. Ucunda ölüm olduğu halde ölümsüzmüş gibi davrandığımız bu dünyanın sonu bile sonu gelecek.
Sayfa 51 - Olimpos Yayınları
Reklam
Albay Ahmet Feyzi Bey, tümen komutanlarıyla yaptığı toplantıda taarruz hakkında görüşlerini almak istedi. Her iki Tümen komutanı da 30-40 km'lik bir yolu cebri yürüyüşle sıcağın altında kat etmiş olan askerlerin çok yorgun ve uykusuz olduklarını, akşam karanlığında bilinmeyen bir arazide taarruz etmenin tehlikelerini ortaya koyarak, taarruzun ertesi sabah gün ağarınca yapılması yönünde görüş bildirdiler. Esasında İngilizlerin Anafartalar Ovası'nda ilerlediklerine dair bir işaret görülmediğinden, taarruzun aciliyeti olmadığı kanaatinde olan ve tümen komutanlarıyla aynı görüşte birleşen Ahmet Feyzi Bey, her türlü sorumluluğu üzerine alarak taarruzun ertesi sabah seher vakti yapılmasına karar verdi. Ahmet Feyzi Bey'in aldığı karar, kendisi için ağır sonuçlar doğurabilecek bir karardı. haklı gerekçelere dayansa bile, ordu komutanının vermiş olduğu emri yerine getirmemek kolaylıkla üstlenilebilecek bir sorumluluk değildi. Nitekim öyle de oldu. Ordu Komutanı Liman von Sanders, taarruz vaktinin, vermiş olduğu emre uyulmayarak ertelenmesine çok öfkelendi. Albay Ahmet Feyzi Bey'in gerçeği yansıtan gerekçelerine rağmen bu ertelemeyi onaylamayarak Albay Ahmet Feyzi Bey'i Anafartalar Grubu Komutanlığından aldı. Liman von Sanders, Ahmet Feyzi Bey'in yerine 8 Ağustos 1915 gecesi saat 22.00'de Arıburnu Cephesi'nde 19. Tümen Komutanı olan Albay Mustafa Kemal Bey'i tayin etti ve Anafartalar'da hazırlanmış olan taarruzun 9 Ağustos 1915 sabahı seher vakti yapılmasını emretti.
Sayfa 154Kitabı okudu
Üç Büyük Adam
Ksenophanes bir gün Syrakusa Kralı Hieron’a yoksulluğundan yakınırken iki kul tutmaya gücü olmadığını söylemiş. Hieron da demiş ki: «İyi ama, senden çok daha yoksul olan Homeros’un ölmüşken bile, on binden fazla kulu var.
Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu. Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter
Seyit Onbaşı ve 215 kg'lık Mermi
Seyit Onbaşı, bu inanılmaz hikayesini 1936 yılında bir gazeteciye son derece mütevazi bir üslupla şöyle anlatmıştı: "Edremitli 1889 doğumlu Seyit'i bularak kendisine 18 Mart Muharebesi'ni büyük zorluklarla söyletebildim. 'Ben ne yaptım ki?' Diyordu. 'Siz o günü görseydiniz.' Fakat ısrarlarıma dayanamadı,
Geri199
1.500 öğeden 1.486 ile 1.500 arasındakiler gösteriliyor.