6 Mart gününü, Mamahatun'da geçirdik. Burada, Ermeniler'in tüyler ürpertecek bir cinayetleri karşısında, çok acılar duyduk: Çapı 8 metre kadar bir çukur açmışlar; içi çoluk çocuk, her yaştan ve her cinsten Türklerle dolu. Vurmuşlar, süngülemişler ve soymuşlar; bu çukura doldurmuşlar. Mamahatun'dan, yalnız bir ev halkı, dallara kaçıp kurtulabilmiş. Bu görünüş karşısında duyduğum acıyı, şimdiye kadar gördüğüm en kanlı savaş manzaralarında, gerek Çanakkale'de ve gerekse Irak Cephesi'nde bile tatmamıştım. Zaten yürümek, koşmak ve biçare vatandaşlarımızı canavarlar elinden kurtarmak için, büyük azmim vardı. Bu manzara karşısında dimağım, kalbim, büsbütün ateşlendi...
Ermeni Komitacıları, yıllardan beri zehirlenen düşünceleriyle, sapıklıktan hala kurtulamıyorlardı. Mamahatun'da açtıkları ve içini ma'sumların kanları ve cesedleriyle doldurdukları bu Şehidler Çukuru, Ermeni varlığı için, pek tehlikeli bir hatıra idi. Bunu gören Erlerimiz, Subaylarımız, Kumandanlarımız: Yumruklarını sıkıyor, ve intikam! diye haykırıp, cepheye koşuyordu... Bilmem, Ermeniler neye güveniyorlardı?: Rus ordusu içinde yetişen kumanda ve kurmay heyetlerine mi? Başına buyruk Ermeni silahlı topluluklarının varlığına mı? Erzurum Kalesi'ne mi, Kars Kalesi'ne mi, daha gerilerde Gümrü Kalesi'ne mi? Ancak onlar, ruhlarımızı isyan ettirmişler; beynimizi, kalbimizi ateşlemişlerdi: Hiçbir kuvvet, hiçbir kale, sıkılan yumruklarımızın vuruşu altında, uzun zaman dayanamıyacaktı. Ermeni Çeteleri, Ermeni ordusunun değil, Ermeni milletinin bile varlığına suikast etmiş oluyorlardı.