"masumiyetin kayboluşuyum;
doğruyum, haklı olanım, adem'im,
habil'im, erkim, yüceyim,
ben tanrıyım kolunda bir yara iziyle"
diyor bir şiirde. Saramago'nun Kabil'i de aynı bu mısralar gibi. Kendisinin son kitabı olmasıyla beraber "vurucu hamleyi yapıp gidiyorum" demiş yazar.
Adem ile Havva'nın cennetten kovuluş hikayesinden başlayarak tüm ilahi dinlerde yer edinmiş peygamber hikayelerini alaycı ve bir o kadar da saptırarak anlatmış yazar. Saptırarak diyorum çünkü işine geldiği detayı almış, işine geleni yok saymış. Ama biraz da eleştirinin özü bu. Bu sebeple çok da yargılayıp, sinirlenemedim yazara. Kabil'in ilk cinayeti işledikten sonra -zaman yolculuğu mu dersiniz yoksa başka bir isim mi koyarsınız bu boyut değiştirmeye bilinmez- bazı peygamberlerin o en çok bildiğimiz olaylarına tanık oluyor. Adaletsiz, hırslı, bencil olduğu için Efendi'den (tanrı) nefret ediyor. Kendimi Kabil'e sempati beslerken buldum mu? Evet. Efendi'den nefret ettim mi? Evet. Ama bunlar, bir kurgu hikayeye olan duygularım gibiydi. Saramago'ya aynı sempatiyi besleyemedim. Üslubu ne kadar akıcı olsa da yazdığı her cümlede size nefret duygusunu vermek istediği açıktı. Dini bir yıkıcılık unsuru olarak yansıtıp, Tanrı'ya insani vasıflar yüklemiş. Üslup demişken yazar öyle akıcı, yalın bir dille yazmış ki zaten oturduğunuz anda kitabı bitirip kalkıyorsunuz.
Kısacası her devirde olan ve inanmayanların varsaydığı ilim ve din çatışmasını biraz daha eskilere, bu işin başlangıcına giderek oldukça güzel bir dille anlatmış Saramago. Okunur mu? Okunur. Size ne katar? Bu kararı iradeniz verir.