Babam İbrail kentindeki Yahudiler sokağında küçük bir ev aldığında aşağı yukarı on altı yaşındaydım. Hemen yerleştik oraya. Her zamanki gibi bu evde de uzun süre kal mayacağımızı biliyordum, çünkü babam yıkık dökük evle ri satın alır, onları oturulacak hale getirir, meraklısı çıkın ca hemen satardı. Eninde sonunda bu onun mesleğiydi ve pekala iyi para getiriyordu. Anneme gelince, işi hiç yorucu değildi; görevi, bitmez tükenmez iş konuşmalarında koca sına yardım etmekti; bu arada, ev işlerine bir hizmetçi kız bakar, harap evlerin onarımında işi şişiren işçilerle dalaşırdı.
Buna karşılık benim görevim, köşe başındaki koltuk meyhanesine koşup annem babamla müşterilerine şarap almaktı; hepsi bir yandan içer, bir yandan "ev almaktan," "ev satmaktan" söz ederlerdi. Tüm bunlar çok canımı sı kıyordu. Eğlenmek için bizim hizmetçi kızın hazırladığı yemeklere harç, duvarcıların alçısına tuz atardım, o za man herkes birbirine girer, değişik sesler yükselirdi. Bir de rüzgara karşı başım çıplak, bağrım açık sokaklarda büyük uçurtmalar uçurmak hoşuma gidiyordu, ama hep yalnız başıma. Tek başıma, evet, ne ödlek ne de yabaniydim ama veletlerin taş atmasından korkuyordum, özellikle o taşlar dan biri kafama çarpıp yardığı günden beri.