Öncelikle bir konuda herkesle anlaşalım. Bu soruların incelemesini 15 güne yakın bir sürede anca yazdım. Sonu nerede bu yazının, diyerek kontrol edilmeden önce, bu sitedeki en uzun inceleme bu olmuştur, diyebilirim. Kimseden bu Evren incelemesini komple okumasını beklemiyorum. Bu incelemenin %10'una sahip incelemeler bile genelde burada uzun
O kadar bağlıyız ki yurda gönül bağıyla,
Öyle yoğrulmuşuz ki biz ana toprağıyla,
Varsın bütün ülkemiz susuzluktan ağarsın,
Kızıl güneş kor olsun başucumuzda varsın,
Yalçın kayalar gibi can evinden yanar da
Denemeyiz bahtı biz yabancı bir diyarda.
Derdim, köklü çınardır Türk'ün ikinci adı,
Çınarı söken bora bizi kımıldatmadı!
Yurdunda bir dikili ağaç kalmadığı gün
Yerinde durduğunu görürler gene Türk'ün...
Ayırmaya çalışmak ikisini boş emek:
Türk demek yurt demektir, yurt demek de Türk demek!
Öyle çamlar gördüm ki; fırtına sadece bir taraflarındaki dalların büyümesine izin vermişti. Bazıları da tepelerindeki kayalara kızıl gövdeleriyle yılan gibi sarılmış ağaç ile kaya birbirine yaslanarak ayakta kalmıştı.Bana savaşçı adamlar gibi bakıyor yüreğimde korku ve saygı uyandırıyorlardı. Bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız onlara benziyordu.Sertti onlar da kırış kırış, ketum. Böyle öğrendim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi. Onlar hakkında düşünmeyi. Onları o sessiz çamlardan, ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi.
"Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle
Dağ, taş deme, arkadaş, gün batmadan ilerle!
Yara açsın kayalar ayaklarında, varsın,
Varsın omuz başların kamçılardan kızarsın,
Bu ağrılar duyurmaz sana yalnızlığını.
Kızıl dudaklarından bırakma ıslığını,
Ağzında şarkılıktan çıkmış iniltilerle
Dağ, taş deme, arkadaş, gün batmadan ilerle.
Sırtında bir
"Türk'ü anlamak için, türkü dinlemek gerek!" (Ahmet Haldun Terzioğlu)
Kıvırcık saçlı Halil İbrahim'in hikayesini nasıl dinlerseniz dinleyin, hüzünlenmemek elde değildir. Bunca art niyetli insanların arasında hayatı zayi olan bu genç Halil İbrahim'in hayatını bilmeyen kalmamalı deyip hikayemize geçelim.
Türküde adı geçen
Safak söküp tan yerleri atanda.
Baykuş harda, acı acı ötüyor?
Oğul şehit olup yerde yatanda,
Ak elleri, kızıl kana batıyor.
**********
Bahar gelir yer çiçekle bezeli,
Sonbaharda döker yaprak gazeli,
Oğul şehit olmuş, harda acep mezarı?
Felek beni taşa çalsan neyleyim.
***********
Dağlara saldırdım geyikler gibi,
Bağrımı dağlıyor oğul ateşi
Ne kayalar koydum ne de taş dibi,
Yitirdim yavrumu el diyarında."
Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım… “… ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. Ben hıristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.
Ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten
Sekiz yüz kilometre içindeki bütün tepeler yarılarak havayı ateşle, dumanla ve külle doldurdu. Gökyüzündeki ejderhalar bile bu kızın alevlerden kurtulamadı. Yerde oluşan büyük yarıklar, sarayları, tapınakları ve şehirleri yuttu. Göller köpürdü ya da aside döndü, dağlar patladı ve fışkıran alevler gökyüzüne eriyik kayalar püskürttü. Kızıl bulutlardan ejderhacamı ve iblislerin siyah kanı yağdı. Kuzeyde yer yarılıp çöktü ve içinden alev alev kaynayan kızgın bir deniz yükseldi.
Ufuklarda yaralı bir göğüs kanıyor,
Ovalarda kızıl kumlar dalgalanıyor;
Rüzgarlara haykırırken yalçın kayalar;
Uğulduyor nihayetsiz, engin yaylalar...
Bir kış günü bir öksüz kız elde bakracı,
Merhametsiz rüzgarlarla dağılmış saçı
Su almağa gidiyordu...Sırtı çıplaktı;
Karanlıkta artan soğuk sırtını yaktı...
Şişirmişti karlar küçük
Ne görür gülde yâ bî-çâre bülbül
Ki gülistâna karşı gulgul eyler
Ne gördü Leylâ'nın yüzünde Mecnûn
Akıdıp göz yaşın âb u sel eyler
Ne göründü şu Ferhâd'ın gözüne
Kayalar kesüben dosta yol eyler
..
Bî-çâre Yûnus'un altûn sözünü
Câhile söylemen kızıl pûl eyler
“İlgi, alakayla, hevesle, neşeyle dolup taşıyor. Dünya onun için büyüleyici, şaşırtıcı, gizemli, neşe kaynağı bir yer. Yeni bir çiçek keşfettiğinde ağzı kulaklarına varıyor, seviyor çiçeği, öpüp kokluyor, konuşuyor onunla, sevecen isimler dökülüyor ağzından. Tam bir renk delisi; kahverengi kayalar, sarı kum, gri yosun, yeşil yapraklar, mavi gök, sedef rengine bulanmış şafak, dağlardaki mor silüetler, günbatımında kızıl denizlerde yüzen altın rengi adalar, sıra sıra bulut kümelerinin arasında süzülen solgun ay, uzayın derinlerinde mücevher gibi parıldayan yıldızlar…
Görebildiğim kadarıyla bunların hiçbirinin kimseye bir faydası yok ama rengârenk ve görkemli olmaları ona yetiyor da artıyor, aklı başından gidiyor.”