Kendi adıma daha korkuncunu itiraf edeyim. Dört-beş yaşlarındayken küçük beyaz bir balığım vardı. Bir gün akvaryumda suyun üzerinde süzüldüğünü gördüm. Ölüydü! Ölümün dehşet verici olduğunun farkındaydım ama tam ne anlama geldiğini bilmiyordum. Merakımın, dehşetime üstün geldiğini ve o balığa bir nevi otopsi yaptığımı hatırlıyorum. Yaşamın, ölümün ve balık olmanın sırrını çözmek istemiştim. Ama annem beni iş üstünde yakaladı. Sonra da beni acımasızlıkla suçlayıp balığımı kısa bir veda merasimi eşliğinde klozete attı. O an ağlamaya başladım. Çünkü annem haklıydı. Küçük bir çocuğun zavallı ölü bir balığı deşmesi ancak bir miktar acımasızlıkla açıklanabilir. Peki, buna yol açan, dizginlenemeyen merakı ne yapacağız? İşte onu yok sayamayız ama gözyaşı yerine doyumsuz heyecanlara yol açan etik, demek oluyor ki insana ve parçası olduğu doğaya hizmet eden bilimsel kanallara yönlendirilebiliriz. Dahası yönlendirmeliyiz de! Çünkü bilimsel bilgi ve düşünceyle beslenmeyen merak acımasızlaşmakla kalmaz, daha kötüsü olur. Merak körelir, yerini dogmalar, tabular, hurafeler alır. Küçük yaşlardan itibaren en acımasızından hem de…