Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Sahip olmak ya da Olmak
Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye "sahip olmak" demek, onları ele geçirmek, kendine mål etmek. onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur. İnsan hiç bir za- man yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle
İnsan bir süreliğine susmalı ve oluşan sessizlikte başka bir öykü anlatıcısının -bir balık, yusufçuk, sansar veya bambunun, bir kedi, orkide veya çakıltaşının- sesine kulak vermeli. Arıların roman yazmadığını, örneğin, nereden biliyoruz? Tek bir bal peteğini bile okuduk mu? Veya balıklardan başlayalım. Evrimin nasıl da büyük bir bölümü balıkların sessizliğinde kilitli duruyor, bizden önceki tüm o asırlar boyunca nasıl da çok bilgi biriktirmişler! Bu sessizliğin derin, soğuk depolarıdır onlar. Dil onlara dokunmamıştır. Çünkü dil, bilgi kaynaklarını bir sonda gibi boşaltarak kurutur. Böylece, öykü anlatan tek varlık, sözü şimdiye kadar sessizlikler biriktiren canlı ve cansızlara vermek üzere susar ve geri çekilir. Aslında onlar öykülerini anlatmıştır ama onların susturulan, bastırılan anlatıları mine ve likene, deniz yosununa, kara yosununa, bala, başka bedenlerin parçalanmasına veya kendi bedenlerinin parçalanmışlığına dönüşmüştür.
Sayfa 161
Reklam
"Ah, ne güzeldi başkalarını sevindirmek! Hissediyordum, onlar sevinirken insan da mutlu oluyordu. Yeter ki o bağrını açsın! Canlı bir akım yükseklerden derinliğe düşüyor, sonra köpürerek sonsuzlara çıkıyor, insandan insana geçiyordu."
Yolumuza çıkan taşları, bir basamak olarak kullanabiliriz. Her biri bizi daha da yükseğe taşıyabilir. Aslında yaptığımız her şey, hatta olumsuz sonuçları olan olaylar bile, onların oluşmasını sağlayan etkenler o an bir araya gelebildiği için olur. 'Bu olmamalıydı' demek yerine yaptığımız hatalardan bir şey öğrenmeye çalışmalıyız. Bazen 'bizi öldürmeyen yumruk, daha da güçlendirir. Buna travma sonrası büyüme denir. Hayatın getirdiği darbelerden bir şey öğrenebiliyor, onlara bir anlam verebiliyorsak onlar bizi çok daha iyi bir noktaya taşıyabilir. İşte orada daha olgun, daha canlı bireyler olarak o dirilik nefesini ruhumuzun bütün gözeneklerine kadar çekebiliriz. 'Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş diyebiliriz o makamda.
İlkel insan, hemen adeta her şeyden korkuyordu; şüphesiz bu korktuğu şeyleri rüyasında da görüyordu. Bunlarda birtakım kudretler tasavvur ediyor ve bu kudretleri tatmin etmeye gayret ediyordu. Canlı ve cansız şeyler arasında açık bir ayrım yapamıyordu. Mesela, cansız bile olsa herhangi bir şey kendisini yaralayınca, ona ayağıyla vuruyordu. Bir nehir fazlalaşır veya taşarsa, kendisine düşman olduğu sanısına kapılıyordu. Bu insanlar henüz Güneş'e, Ay'a, yıldızlara veyahut ağaçlara önem vermeye ve dikkatle bakmaya başlamışlardı. Bu insanlarda henüz dinî fikir ve kanaatten eser yoktu. Onlar kendi rüyalarıyla heyecana geliyorlardı. Uyanık iken gördükleri gerçek şekillerle rüyalarda gördükleri şekillerin karışmasından garip bir belirsizlik ortaya çıkıyordu. Faraza ölülerini gömmelerinden ve yanlarına erzak ve silah bırakmalarından, bu insanların gelecekte bir hayata inandıkları sonucu çıkarılacağı gibi, ölenlerin gerçekte ölmediklerini sandıklarına da hükmetmek mümkündür. Ölüleri rüyada görmeleri bu son fikri destekliyordu. Bu fikir, ölüleri bir tür cadı haline sokuyor ve onları uzaklaştırmak, gazaplarını tahrik etmemek çarelerine başvurmalarına sebep oluyordu.
“Şubat acımasızdır. Aynı zamanda da can sıkıcıdır. Sayfasındaki kırmızı rakamları topladığınız zaman sıfır eder. Bir-iki politikacının doğum günü, kemirgenlerle ilgili bayram… nasıl kutlamaymış onlar öyle? Bu sakin şampanyanın tek canlı köpüğü, sevgililer günüdür. Atalarımızın Sevgililer Günü rozetini şubatın gömleğinine takmaları bir kaza değildir. Bu frijit ayda kendine bir sevgili bulacak kadar şanslı olan erkek veya kadının gerçekten kutlayacağı bir şey var demektir.”
Sayfa 383 - Ayrıntı YayınlarıKitabı okudu
Reklam
Hiç düşünmüyor musunuz?
Hatırlayacak olursanız bebeğin anne karnındaki gelişiminden bir miktar bahsetmiştik. Sonuçta zigot denen minik bir toptan dokuz ayda bebek adını verdiğimiz mükemmel canlı oluşmaktadır. O zaman şu soruyu soralım. Vücudumuza giren ilk bakteri kimdir? Bilirsiniz, söz konusu insan ve kökeni olduğunda, tartışılacak konu her zaman bulunur. O nedenle de insanın evrimsel süreci televizyonların çok sevdiği ve belirli aralıklarla karşımıza çıkardığı bir konudur. "İlk insan kimdi", "İlk insandan önce kim vardı", "Nasıl bu kadar hızlı çoğaldık" gibi onlarca soru sorulur ve insanlar sahip oldukları uzmanlıklar çerçevesinde bu sorulara cevaplar vermeye çalışırlar. O zaman gelin hep beraber biz de benzer bir mantık güdelim ve yukarıda sorduğumuz soruyu biraz değiştirerek tekrar soralım. Vücudumuzdaki ilk bakteri kimdir? Nereden gelmiştir? Vücudumuz meydana gelirken onlar da yapımıza mı katılmıştır?
Sayfa 178Kitabı okudu
Mesele sevdiğiniz kitapları hayatınızın kırılma anlarında yeniden okumaktır. Kitapların canlı olduklarını, nefes aldıklarını, tıpkı insanlar gibi yaşlanıp huy değiştirdiklerini o zaman anlarsınız” dedi Akif. “Yani kitaplardaki karakterler, cümleler zamanla değişir mi?” dedi Ayvaz. “Esasında siz değişirsiniz. Siz değiştiğiniz için onlar da değişirler. Gideceğiniz yer neresi olursa olsun, başınıza neler gelirse gelsin kitaplara sığınmaktan vazgeçmeyin. Okumak, ruha can verir. İnsan açlığa dayanabilir lakin umutsuz ve hayalsiz yaşayamaz” dedi Akif.
Ya hayatlarının anlamını bulamayanlar? diye söze girmişti Kızılderili. "Onlar ne olacak?" "Onlar da, göğüslerinde bir et parçasıyla, Canlı canlı çürüyecekler. Ve buna da, yaşamak demeye devam edecekler."
Sayfa 251Kitabı okudu
1.000 öğeden 31 ile 40 arasındakiler gösteriliyor.