Tarihi yarımada, geçmişinin tüm ihtişamını, günahları ve sevaplarıyla sarıp sarmalıyordu Ahmet Reşat’ı. Onun doğup büyüdüğü, ait olduğu, daracık sokakları nehirler gibi denize dökülen, kızıl asmalarla nefti selvilerin, mor erguvanların süslediği mütevazi evleriyle, ıssız, geniş meydanlarıyla, Müslüman ve Hristiyan mahalleleri birbirine bağlayan köprüsüyle, yaşlı, mağrur ve emsalsiz bir şehirdi bu. Yarın bu saatlerde bir İtalyan gemisi ile şimdi bulunduğu sahilin önünden yavaşça akarak camilerin kalem kalem göğe uzanan minarelerine, eski sarayın kubbelerine son kez bakarak, geride evini, ailesini, bütün akraba ve dostlarını bırakarak sürgüne gidecekti.