"....
+Ama gökyüzü de güneşin yetemeyeceği kadar büyük... Sanırım bu konuda hiç şansım yok.
-O halde sen parlayabilesin diye güneşi söndürmem gerek.
+Epey iddialı! Bunu nasıl başaracaksın?
-Sen güldüğünde."
Hakkımda söyledikleri her şey doğru sanırım. Hiç arkadaşım yok. Bu anormal olduğumu kanıtlıyormuş. Ama tanıdığım herkes ya bağırıyor ya ortalıkta çılgınca dans ediyor ya da birbirini dövüyor. Bugünlerde insanların birbirini nasıl incittiğini fark ediyor musun?
Örneğin acının, yoksulluğun, sefaletin, ölümün ve bu buna benzer
tüm kötülüklerin olmadığı bir dünya hayal edelim. Açlık mı? Yok, herkes
rahatlıkla istediğini yiyip içebilmekte, çok güzel yerlerde barınabilmekte. Aşk
acısı? Yok, herkes istediği kişiyle beraber olabilmekte. Kimse kimseyi
kıskanmıyor, herkes birbirinin iyiliğini düşünüyor. Her şey dört dörtlük. Hatta
öyle ki birbirimize iyilik yapmaya bile gerek yok, kıskançlık olmadığı için aşkın
da tadı çıkmıyor. Çalışma yok, dert yok tasa yok… Böyle bir dünya bizde
duygu denilen bir şey bırakmazdı sanırım. Yüzyılların getirdiği kültür, uygarlık,
edebiyat, felsefe çöp olup giderdi. Özlem, aşk, hüzün ve belki de huzur,
mutluluk törpülenir hatta biterdi. Eğer evren bir simülasyonsa, bu simülasyonun
kodlarında büyük bir kargaşa çıkardı, arıza çıkar ve bir müddet sonra
simülasyon yok olurdu. Yani işin ironik tarafı tam hedeflenen mükemmeliyete
varınca mevcudiyet ortadan kalkardı. Yüzyıllar boyunca özlenen, hedeflenen o
kutsal gün aslında her şeyin bittiği günle aynı.
“Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak”
Pippi Uzunçorap
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz
Çevremizdeki insanlar ne kadar da hallerinden memnun görünüyorlar. Birşey bildikleri, okuyup öğrendikleri yok, ama kendi hallerince ne kadar da mutlular! Oysa biz, güya deliler gibi okuyoruz ,sabahtan akşama tartışıp duruyoruz, bu arada birçok şey öğrendiğimizi de sanıyoruz ama buna karşın halimizden pek memnun olduğumuz söylenemez. Her şeyden evvel yalnızız, bu dünyada neler olup bittiğini anlamak için çektiğimiz onca ızdırap da cabası. Hiçbir şey bilmesek daha iyiymiş aslında. Baksana, her şeyden habersiz öylesine aptalca yaşamak, akıllı olmaya çalışmaktan daha keyifli görünüyor. Sanırım yanlış yoldayız!
“İki sigaram kaldı bu gece için, Maviş Anne,
iki muhabbet kuşum.
iki kendim varmış, Maviş Anne,
biri benmişim, biri Mutsuz.
Ben ölürsem Maviş Anne,
Mutsuza kim bakacak?
Dünyaya bile bir dünya anne lazım.
Biri sen ol, Maviş Anne, biri ben.
Dünyanın bütün sabahlarına iki bilet al da
birlikte gidelim, Maviş Anne.
Bana da kendi serüvenimden bir yer
Sevgili tavşancığım,
Sana bir şeyler yazmak yerine milyonlarca şey söylemek isterdim ama artık imkânsız galiba. Sanırım seni çok şaşırttım. Senin intihar planlarınla her dalga geçişimde kendi ölümüme kendimi alıştırıyor, korkaklığımı yenmeye çalışıyordum. Bir de öyle bir hayalim vardı ki gerçekleşmesi demek, yeniden doğmuş olmam demekti. Fakat
Gelelim Fuzûlînin Şikâyetnâmesi’nin hikâyesine... Fuzûlî, o tarihte Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir. Kanuni'ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildir miş ve kendisine devlet hazinesinden makul bir maaş bağlanmasını istemiştir. Bunu dikkate alan padişah, Fuzûlîye, Bağdat'taki vakif gelirinin, masraflar çıktıktan sonra,
Her gün yan yana baş başa olmak kolay değildir. Birbirinin iyi yanlarından zevk alıp kötü yanlarına kızmamak için büyük bir yaşama deneyi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gereklidir.