Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde
Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde
Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgâr
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın karılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar.
"Yalnız Bir Opera
ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
"Kadırga
...
daldığımız solgun gravürden
birbirimize baktığımızda
diriliyordu deniz diplerinde
boğulmuş beyaz kentlerden
geçilen yolculuk
aynı takım yıldızların altında
dünyaya gelen aşkların benzerliği gibi
başka çağları haber verir kimi denizler
yoksa nerden çıkardı bu rüzgâr
bu zeytin dalları, baş döndüren şarabın
1991 yılının ilk aylarına Körfez Savaşı hazırlıkları ve
adım adım ilerleyen sorumsuzluğum damgasını vurdu.
Kar, trenlerin yolunu keserek, sesleri bastırarak her yeri kapladı.
Neyse ki Körfez’de hava sıcaklığı düşmüştü; askerler güneş
gözlüklerini çıkarmadan çıplak gövdelerini ıslattıkları yaza göre daha
az pişiyordu. Ah! Şu yakışıklı yaz
5 Temmuz 2013 Cuma
Akşam
...
Işıl ışıl bir güneş, bulutsuz gökyüzü ve oynayacak kimse,
yapacak hiçbir şey yok. Bu şekilde yaşamak –şu an yaşadığım gibi–
böylesine alabildiğine aydınlık ve gölgeden neredeyse yoksun,
herkesin kendini sokaklara atıp alçakça ve insanı sinir edercesine
mutlu olduğu yaz günlerinde daha zordu. Bu çok yorucuydu ve onlara
katılmadığınız takdirde kendinizi kötü hissettiriyordu.
Önümde koca bir hafta sonu, doldurulacak kırk sekiz boş saat vardı.
Kutuyu yeniden ağzıma götürdüm ama tek bir damla bile kalmamıştı.
En önemlisi umutsuzluğa düşmemek. Dünyanın sonu geldi diye haykıranlara fazla kulak asmayalım. Uygarlıklar o kadar kolay ölmez.
Çok doğru trajik bir çağda yaşıyoruz, ama umutsuzluk daha kötü...
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak…
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha.
Bir yaz günü öğleden sonra Bayan Oedipa Maas,
Tupperware partisinden eve döndü; partinin sahibesi,
fondünün içine biraz fazla kiraz rakısı koymuş olsa gerekti zira
Oedipa, Pierce Inverarity adında, bir keresinde boş zamanında
iki milyon dolar kaybettiği halde bir vasiyet infaz memurunun altından
kolay kolay kalkamayacağı kadar çok ve karmaşık mal varlığına
sahip olmayı sürdürmüş olan Californalı bir emlak kralının vasisi,
ya da herhalde vasiyesi olarak atandığını idrak etmekte zorlandı.
Oedipa oturma odasında durup TV ekranının yeşilimsi ölü
gözünün bakışlarına maruz kalarak, Tanrı’nın adını ağzına aldı ve
mümkün olduğunca sarhoş görünmeye çalıştı. Ama bir yararı yoktu.
Mazatlán’da, kapısı az önce çarpılan bir otel odasını düşündü ki
bu yüzden lobideki iki yüz güvercin sanki sonu gelmeyecekmiş gibi
havalanmıştı; sonra Cornell Üniversitesi’ndeki kütüphane yokuşunda
duran hiç kimsenin, yokuş batıya baktığı için göremediği
gün doğumunu; Bartók’un ‘Orkestra için Konçerto’sunun
dördüncü bölümünden kuru ve acıklı bir ezgiyi;
bir de Pierce yatağın üst tarafındaki daracık rafta tuttuğu için
Oedipa’nın hep tepelerine ineceğinden korktuğu,
kirece boyalı Jay Gould büstünü…
Böyle mi öldü acaba, diye geçirdi içinden, rüya görürken
evdeki tek ikonun altında ezilerek?
Bu düşünce, Oedipa’yı yalnızca güldürdü, kahkahayla ve çaresizce:
Hastasın sen Oedipa, dedi kendine ya da bunu bilen odaya.
Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.
Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir
kadın gider ve bir şair doğar bundan
(Ben hangi kadından şair olduğumu bilirim)
"Yazın bittiği her yerde söylenir"se
kadının gittiği de her yerde söylenir
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir:
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu...
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar böyle gidilir
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda
kadın tarafından terkedildi o söylenceye:
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder!
O kadın beni terkederse şair olurum
oğul olduğum kadın sakın beni terketme,
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider
Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!