Sonra oradan savaş geçti. Hiçbir ev, hiçbir hatıra hasarsız kalamadı. Her şey çürüdü: Arkadaşlık, aşk, adanmışlık, akrabalık, inanç, sadakat. Hatta ölüm. Evet, bugün ölüm bile bana kirlenmiş, bozulmuş gibi geliyor.
çok severim Goethe'yi, bayılırım. Sonra, bir düşünce geçti kafamdan, içimde aşağı yukarı şöyle bir düşünce ya da duygu uyandı: Kendim gibi sandığım, Goethe'yi benim gibi seveceklerini ve onu benim tasarladığım gibi tasarlayacaklarını düşündüğüm insanların yanında oturuyorum; ama görüyorum ki bu insanlar çarpıtılıp tatlı bir görünümle donatılmış zevksiz bir resmi masanın üzerine koyuyor, ona harikulade bir resim diye bakıyor, resimdeki ruhun Goethe'nin ruhuna taban tabana karşıtlığını hiç farketmiyorlar. Resmi olağanüstü güzel buluyorlar, eh varsın bulsunlar; ama bu insanlara beslediğim güven, onlarla aramdaki tüm dostluk, akrabalık ve birliktelik duygusu içimde ansızın silinip gitmişti. Aramızda zaten büyük bir dostluk da yoktu hani. Diyeceğim birden tepem attı, hüzünlendim ve yapayalnız olduğumu, kimsenin beni anlamadığını gördüm. Anlıyor musunuz demek istediğimi?
İtiraf zorunluluğu bize artık öyle farklı noktalardan dayatılır ki, onu bizi zorlayan iktidarın bir sonucu olarak algılamayız; tersine, en gizli köşelerimizde yer alan hakikat gün ışığına çıkmaktan başka bir şey "talep" etmiyormuş gibi gelir bize; eğer açıklanamıyorsa, bir zorlama onu engellediğinden, bir iktidarın şiddeti ağırlığını koyduğundandır diye düşünür ve sonuçta ancak bir tür kurtuluş pahasına dile getirilebileceğini sanırız. İtiraf azat eder, iktidar suskunluğa iter; hakikat, iktidarın alanına girmez ama diğer yandan özgürlükle kökten bir akrabalık ilişkisi içindedir.
İşte Yıldırım Bayezid ve Devlet Hatun'un düğün törenleri nice görkemli alaylara ve hayırlara vesile oldu. Öte yandan Yıldırım'ın hanımı Devlet Hatun'un annesi Mutahhara Hatun, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in kızı idi. Bu itibarla ana cihetinden Mevlana Hazretleri'yle akrabalık kurulmuş oluyor ve Yıldırım'ın evlatlarıyla birlikte Osmanlı şehzadeleri Çelebi lakabıyla anılmaya başlıyordu.