Bu başlık beni benden aldı. İşte Müslümanlık böyle olmalı ya. Unutulmuş dahası değerini ve önemini göremeyecek kadar kör olmuş gözler. Kitabın en sevdiğim kısmı şurası:
“MÜSLÜMAN, DERİNLEŞ. Eşyayı olduğu kadar insana ve toplumlara doğru da derinleş. Öyle derin ol ki, sendeki çekim gücü, eşya ve insanı bir vehim dünyasının buğuları gibi senin
Gel, ey arkadaş! Şimdi sana geçmiş olan on bürhan kuvvetinde kat'î bir bürhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz; şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan bir şeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.
İşte bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye
Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuzun ikinci senei devriyesi henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşında bir tiyatro binasında mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçora Bey idi. Arkadaşını bize takdim
"Ben bu köyü ve köy hayatını seviyorum arkadaş. Bahar gelince boş arazime meyve fidanları dikmek, yer yer fidanlarla gölgelenen topraklarda sebze yetiştirmek beni mutlu ediyor. Tavuklarla, koyun ve keçilerle uğraşmak, sahip olduğum hayvanların günbegün büyüyüp serpilmesine şahit olmak bana mutluluktan öte huzur ve yaşama sevinci veriyor."
Edep; Müridin kendi nefsine, ihvanına, mürşidine ve Allah’a karşı uyması gereken kurallardır. Bu kurallara uymak vuslat vesilesidir. Edebe uymayanlar lütuftan mahrum olurlar. Ne güzel söylemiş büyüklerimiz “Edeple gelen lütufla gider” diye.
Pirimiz Abdülkadir Geylani Hz.leri “Bir edep için, binlerce derviş feda olsun. Edep gittiğinde onu geri
Daima buyurmaya alışkın ama hiç ödün vermeyen, asla boyun eğmek istemeyen direngen mizacı, onu her türlü dostane yaklaşımdan, sevimli tavırlardan uzak tutuyordu.
Yaptığı bir hata olunca tekrarından kaçınıyordu. O da bir deniz tutkunuydu. Gözlerini açar açmaz denizi görmek istiyor, soğuk, sıcak, rüzgar onun için hiç farketmiyor.