Bu yüksek intihar oyununun içinde birbirimizi genellikle haftalarca tamamen rahat bırakıyorduk. Ders çalışıyor ve intiharı düşünüyor, kitap okuyor ve intiharı düşünüyor, büzülüp uyuyor, rüya görüyor ve intiharı düşünüyorduk.İntihar düşüncelerimizde yalnız bırakıldığımızı, rahatsız edilmediğimizi hissediyorduk, kimse bizimle ilgilenmiyordu.Her an kendimizi öldürmekte özgürdük ama kendimizi öldürmüyorduk. Birbirimize daima öylesine yabancı olsak da aramızda yüzbinlerce kokusuz insan sırrından hiçbiri yoktu, bildiğimiz kadarıyla sadece kendi başına doğanın sırrı vardı.Günler ve geceler bizim için, her tarafı eşit siyahlıktaki sonsuz bir şarkının dizeleri gibiydi.
Kör baykuş okuduğum en sıradışı kitaplardan biriydi, diyebilirim. Başından sonuna bir bulmaca çözüyor gibi hissettim. Çünkü yavaş yavaş hikayenin içine girdiğinizde işlenen zamanın düz bir çizgi değil, yamuk yumuk, çarpık çurpuk birbiri üzerine geçili bir karalama olduğunu görüyorsunuz. Sürekli bir; rüya mı gerçek mi hayal mi geçmiş mi şimdi mi
Sanki rüya aleminin bilinmeyen bir noktasında çaresizce kurtarılmayi bekliyordu.
Evler aynı ama kapısı, penceresi yoktu.
Güneş var ama her yer kapkaranlikti.
Sokaklar bomboş, bir hiçliğin ortasında gibiydi...
Ben ne okudum böyle.. Sputnik Sevgilim Murakami’nin ilerleyişini gördüğüm, kitapta onun yansımalarını açıkça hissettiğim bir kitap oldu. Kendisinden okuduğum 10. kitap olduğundan ötürü artık üslubunu, olay örgüsünü az çok benimsemiş durumdayım. Sputnik Sevgilim’de Sumire, Myu ve anlatıcı rolündeki erkek karakterimize “yol arkadaşı” (Sputnik Rusça’da yol arkadaşı demekmiş) oluyoruz. Roma’ya, hatta küçük bir Yunan adasına bile yolculuk yapıyoruz. Sumire’nin yazar olma çabasını ve bunun ardından bir dizi gelişen olayları, Myu’nun öylece ortaya çıkıp kitabın seyrini baştan sona değiştirmesi, anlatıcı erkek karakterimizin kitap boyunca duygularının silik kalması ve bir türlü kendini tam anlamıyla açamamış olması. Her şey bir rüya gibiydi. Murakami’ye özgü sonla bitti elbette kitap fakat sonu beni tatmin etti. Murakami’ye böyle yakın olduğum, hatta sarılıyormuş gibi hissettiğim bir eser oldu benim için. Küçük bir Yunan adası dendiğinde artık aklıma hep Sumire gelecek, ve hatta onun aniden “duman” gibi kaybolan kedisi.
Sputnik SevgilimHaruki Murakami · Doğan Kitap · 20165,7bin okunma
Aylar önce Bergson araştırması yaparken karşıma bir kitap çıktı. Başlığı ve içeriğiyle tam da aradığım nitelikte bir kitaba benziyordu. Tanpınar öncesi Bergson okumaları yapmayı, sonrasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumayı düşünürken işte bu kitabı gördüm.
Kitap kapağının arkasında yazanlar arasında şu cümleler vardı; “… birçok araştırma,
Kitabın Henry ve Liv'le birlikte oldukları zamam ve vakit geçirdikleri kısım aşırı yapmacık geldi bana sanki zorla sevgililer gibiydi. Yazar Henry'i öyle yazmış ki bu kitapta soğudum yeminle 'tamam soğumam saçmaydı ama soğudum.'
Yaazaaarr Grayson'um nerde poncik sevdiceğim bu kitapta ha vardı ha yoktu olduğu kısımlarda yine uwuu oldum üvey kardeş olmasına rağmen liv in arkasını kollaması çok içten geldi bana ve biraz daha Grayson'u görmek isterdim açıkçası.
Anabel ve Arthur ne gıcık bir karakter hemde bayağı gıcık. Resmen kitaba girip boğmak istedim ikisini de.
"Gerçekten sessiz biri misinizdir?"
Gülümsedi. "Kimin dinlediğine bağlı." (s. 348)
Ve bitti.
Orhan Veli Kanık misali, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeyim. Aylarımı alan, hayatımın birçok evresine şahitlik eden, gittiğim her yere benimle gelen o kitabın kapağını kapattım. Peki ya ne olacak şimdi? Jake ve Sadie'nin olmadığı bir
Küçük bir çocukken bir dizi rüya gördüm. Uykumda çığlıklar attığım için uyandırırlardı beni. İlk gece babam yanıma gelip ne olduğunu sordu, ona anlattım. Stacy Teyze'min ölümünü gördüğümü anlattım. Stacy Teyze'min gayet iyi olduğunu söyleyip beni yatıştırdı. Yatağıma döndüm.
"Ama Stacy Teyzem ertesi gün öldü.
"Yaklaşık bir hafta sonra aynı şey tekrarlandı. Bir başka rüya gördüm, çığlıklar atarak uyandım. Babam odama gelip neler olduğunu sordu. Ona dedemin ölümünü gördüğümü söyledim. Bu kez sesi endişeyle titremesine rağmen dedemin iyi olduğunu söyleyip beni yatıştırdı, ben de yeniden uykuya daldım.
"Ertesi gün dedemi kaybettik tabii.
"Birkaç hafta boyunca hiç rüya görmedim. Sonra başka bir rüya gördüm, babam yine odama gelip ne olduğunu sordu ve ona anlattım: Babamın ölümünü görmüştüm. Tabii kendisinin gayet iyi olduğuna ve bu konuyu daha fazla düşünmemem gerektiğine ikna etti beni, ama sarsıldığını görebiliyordum. Bütün gece odasında bir aşağı bir yukarı dolaştığını duydum. Ertesi gün kendinde değil gibiydi, sanki her köşeden bir şeyin çıkmasını ya da başına düşmesini bekliyormuş gibi tedirgindi. Erkenden kasabaya indi ve uzun süre dönmedi. Eve geldiğinde bütün gün bir kazaya kurban gitmeyi beklemiş gibi huzursuzdu.
"Aman tanrım," dedi anneme. 'Hayatımın en kötü gününü geçirdim!'
"Sen bir de benimkini duysan,' dedi annem. 'Sütçü bu sabah verandaya yığılıp kaldı, ölüverdi adamcağız!'"
Ellerine baktı, farklı bir zamanda başkasına aitlerdi sanki. Falcıların hayat çizgisi dedikleri şey yarıda kesilmiş gibiydi. İnsan, kendinin kendisi olduğunu nasıl anlar bilmiyordu? Öyle her şeyi anlayabilecek durumda değildi zaten şu anda. Çözmeliydi olan biteni, tek yolu buydu kurtulmak için içinde olduğu durumdan ya da bedenden. Tekrar baktı
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğunda, spor ayakkabılarına rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitirne doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği