"Eğer olabilecekleri daha önceden görseydim, 'Boyalı Kuş'u asla yazmazdım."
Öncelikle kitabın yazarının hayat hikayesi, en az yazmış olduğu roman kadar üzüntü verici... Hatta romanda bazı bölümlerin kendi yaşanmışlıklarıyla birebir aynı olması sebebiyle, romana bir "otobiyografi" gözüyle bakılsada yazar, buna karşı çıkıyor. Dokuz yaşındayken sesini kaybediyor, beş yıl boyunca konuşamıyor. Yazmış olduğu kitap sebebiyle evi basılıyor, tehditler alıyor, ülkesinde vatan haini ilan ediliyor. Ve 57 yaşında intihar ederek, yaşamına son veriyor. Kitaba başlamadan önce yazarın hayat hikayesini okumak bile, insanın psikolojisini alt üst etmeye yetiyor.
II. Dünya Savaşı yıllarında, altı yaşındaki küçük bir çocuğun, anne ve babası tarafından bir yolcuya emanet edilmesiyle başlıyor hikaye... Oradan oraya savrulan, tek başına hayata tutunmaya çalışan, yaşamak için mücadele eden küçük bir çocuk... Kitabı okurken, "acaba ailesinin yanında olsaydı, bundan daha mı kötü olurdu?" diye düşünmeden edemiyorum. Her anı dram içeren, savaşın acımasızlığını, soğuk yüzünü anlatan bu roman, okuyucu da derin izler bırakıyor. İnsanların, nasıl olur da bir canavara dönüşebildiğine inanamıyorsunuz satırları okurken... Ve yaşanılan vahşeti, dökülen kanı, tecavüzleri, işkenceleri, küçücük çocukların boylarından büyük ızdıraplarını okudukça, savaşa lanet ediyorsunuz. Bazı bölümlerde o derece bunaldım ki, kitaba ara vermek zorunda kaldım. Küçücük olayları, içimizde büyüterek dert edindiğimiz şu hayatta; asıl derdin, asıl ızdırabın ne olduğunu anlamamızı sağlaması açısından da çok değerli bir kitap...