Sait Faik’in kaleminden on yedi güzel öykü. Sohbet tarzında rahat bir üslup ama bir edip düzeyinde de sıra dışı. Gece yarısından sonra, el-ayak çekilmişken okunursa ancak havasına girilebileceğini düşünüyorum. Çünkü Abasıyanık öyle bir halet-i ruhiyeyle yazmış sanki kitabı.
Kitabı özetleyecek olursam iki şey söylerdim: Gerçeküstücülük (sürrealizm) ve yalnızlık.
Genel olarak kitaptaki tüm hikâyelerdeki anlatıcı sürekli olarak bir düşte gibidir. Ne olup bittiğini zaman sırasına göre takip edemez, düşle gerçek iç içe girmiş gibidir. Anlatıcı kendi yalnızlığıyla oradan oraya savrulur. Hikâye boyunca. Oğuz Atay öykücülüğüyle bu yönlerden birçok benzerlik hissedilir.
Yalnızlığı da şu tasvirde buluruz: "Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri; 'Atikali, Atikali!' diye bağırdı. Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde? Giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali'ye vardık. Şişli'de Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın çukuruna büzülür, dostum Panco'yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok. İstanbul adalarının birinde hasta anam yatar döşeğinde."
Tüm öyküler güzel ama “Rıza Milyon-er” ile “İki Kişiye Bir Hikâye” ayrı güzeller.
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her sey.”