13 Ekim 1987
Salı
Sevgilim,
Her gün kötücül bir düşü kurmak ve onu taşımak artık kılgıyı gerektiriyor. Sana böyle bir yük bırakmak istemezdim ama sen akıllı ve güçlüsün çabuk unutursun.
Bu durumdan kimse kimseyi ya da kendini sorumlu, suçlu saymasın, çünkü suç yok yalnızca ırmağın akışına bir müdahale söz konusu! Her anın niyetini sorgulayan bir varlığın saygısızlığını yok etmek için kararlaştırılmış bir eylem bu! Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte! Bu tükenişle hiçbir yeni yaşama başlanamaz, bu nedenle tüm sevdiklerime elveda diyorum. Ben'i bağışlayın! Bunu en çok annemden babamdan ablamdan ve Kağan senden diliyorum. Dostlarımdan da!
Nilgün Marmara Önal
Seni hep sevdim Kağan!
Hoşçakalın!
P.S.1 Cenaze töreni istemiyorum, mümkünse yakınız lütfen!
P.S.2 Kuşlar ölünceye kadar iyi bakınız onlara.
3 Sahneden çekilirken yaşamıma karışmış herkesi selamlıyorum.
4 Kağan arzu edersen ileride, daktiloya çekilmiş olan şiirleri bastırabilirsin.
Sakarya derneğinde o hengâme içerisinde oradan oraya koştururken yanıma "ufak tefek" bir kadın (Xetsiyapha Suna) yanaştı ve "Oktay, ne zaman gideceksiniz?" diye sordu. Ben de lafı hiç uzatmadan "İlk fırsatta." diye cevapladım. Kadın; "Gürbüz'ün valizini hazırladım, haberin olsun!" dediğinde ise şaşkına dönmüştüm, inanamadığımdan olsa gerek, yüzüne dikkatle baktım ama hiç mi hiç şakası yoktu. "Abla sen ne diyorsun? Gürbüz daha askerlik yapmamış, eline silah bile almamış, hangi savaşa, nereye gidecek?" cümleleri ağzımdan döküldüğünde aldığım cevapla nasıl sarsıldığımı, ancak bir o kadar da gururlandığımı anlatamam.
"Havalar iyiyken orada devletin bursuyla okumak güzeldi! Şimdi de gidecek! Ben oğlum mutlaka savaşacak demiyorum ama iyi günde nasıl orada bulunduysa, kötü günde de halkının arasında olacak! Oradakilere ne olursa ona da o olur, ölürlerse ölür, kalırlarsa kalır! Aksi taktirde bir daha rüyasında bile Abhazya'ya gitmesine izin vermem, zaten ben izin versem de utanmadan nasıl gidecek!"
Kucaklanmak öyle güzeldi ki. İlişkileri basit, sözsüz, rahatlatıcı hareketlerden ibaret olsa ne güzel olurdu. İnsanlar neden konuşmayı öğrenmişlerdi ki?
Senden önce kitaplarda arıyordum derinliği, kitaplardan utanıyorum.
Sen bütün kitaplardan daha derinsin.
Sana yazdığım mektuplardan utanıyorum,
kendi kendini oku.
Karanlıklardaydım.
Ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor:
bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı...
Karanlıklardayım.
Zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim. Ve
Taraz'daki İstanbul Restoran'da yemek yiyoruz. Buralarda her şehirde Türkiye'den gelen Türkler var. Yabancı olmanın, gezgin olmanın en zor yanlarından biri de damak tadınca yemek yiyememektir. Öyle zamanlar olur ki, insan ne bulursa yemeğe başlar, henüz hiçbirimiz o noktada değiliz. Erzurumlu Süleyman Ustanın döneri çok güzeldi gerçekten.
Taraz şehrinin bittiği yerde Ayşe Bibi Türbesi'ne sapıyoruz. Anadolu'dan binlerce kilometre uzakta, buram buram Anadolu kokan bir coğrafya burası. Türbe buralardaki kutsal mekânlardan biri. Gün boyu ziyaretçisi eksik olmuyor. Biz ayrılırken türbeyi ziyarete belen iki Ahıska Türkü ile ayaküstü sohbet ediyoruz.
" 1944 yılında vatanımızdan olduk, darmadağın ettiler hepimizi. Sibirya'dan tutun da Karadeniz kıyılarına kadar bir yerde rastlarsınız bizimkilere. Hiç bitmedi göç etmemiz, biz sürgün geldik, şimdiki nesiller göç ediyor. Yakınlarımızdan bir kısmı Türkiye'ye giderek Bursa'ya yerleştiler. Selam edin onlara, Türkiye'ye selam."
Onların bu sözlerine, Ayşe Bibi'nin türbesinde yanık bir sesin okuduğu Kur'an-ı Kerim karışıyor. Susuyoruz. Duygularimiz iç içe geçiyor, baktıklarımızdan ve gördüklerimizden bambaşka şeyler algılıyoruz ve yaşıyoruz.