“Asıl siz nasıl yapabiliyorsunuz? Nasıl her şeye bu kadar kolay ikna oluyorsunuz? Anlamadığınız fikirlere tutunuyorsunuz, tanrılara yalvarıyorsunuz, birbirinize sonsuz aşk yeminleri ediyorsunuz… Sonra tüm inançlarınız yerle bir olduğunda, hiçbir şey değişmemiş gibi yolunuza devam ediyorsunuz. Bir de utanmadan buna gelişme deyip aslında hiçbir şeyden ders almıyorsunuz. Sözlerinizin, inançlarınızın kendi gözünüzde bile hiçbir hükmü, değeri yok aslında. Şu ya da bu yol farketmiyor sizin için; yeter ki sefil varlığınızı manalı kılacak bir yalan olsun hayatınızda. Ve her zaman söyleyecek ne kadar sözünüz var! Bilhassa en ahmak olanlarınızın. İnsan denen şey, doğanın yarattığı en sapkın hayvan türü; milyarlarca kendini ifade etme manyağı hayvan!”
Yirmi beş yıllık öğretim üyesi Profesör Olcayto Fişek sınıfa girdiğinde, mesleğe ilk başladığı günkü inançlarının hiç değişmediğini fark etti: Öğrencilerinin hepsi geri zekâlıydı.
“Sonra, filozofların bile yanlış düşündüğü, dindarların bile kötülük yaptığı da görülmüştür. Bir insan, ruhunun dirliği için hiçbir zaman başka bir insanoğluna güvenmemelidir.”
Kendi kendini sevmeyi öğrenmek, bugünden yarına oluverecek bir iş değildir. Aksine bütün sanatların en zoru, en incesi ve en çok sabır isteyenidir. İnsanın kendisine ait olan her şey kendinden iyice saklanmıştır ve bütün gömüler içinde en güç çıkarılan, insanın kendi gömüsüdür. Ağırlığın ruhu böyle yapar. Daha beşikteyken bize iyilik ve kötülük diye ağır sözler ve ağır değerler öğretirler. Bize verdikleri çeyizin adı budur ve bize, bu çeyizin hatırı için yaşadığımızı söylerler. Çocuğu, kendi kendini sevmemeyi öğreterek kendimize bağlarız. Ağırlığın ruhu böyle yapar. Bize verilen bu çeyizi kuvvetli omuzlarımızla yüksek dağların üzerine taşırız. Terlediğimiz zaman bize derler ki: Evet, hayata katlanmak zordur. Evet, insanın kendisini taşıması güç bir şeydir! Bunun nedeni omuzlarında birçok yabancı şey taşımasıdır. O, bir deve gibi çöker ve sırtına bolca yük yüklenir. Hele güçlü, dayanıklı ve saygılı olursa... O zaman birçok yabancı söz ve yabancı değer yüklenir ve hayatı bir çöl olarak düşünür! Ve gerçekten, insanın kendisine ait bazı şeyleri taşıması da güçtür! İnsanın içinde birçok şey salyangoza benzer. İğrenç, kaygan ve yakalanması güçtür. Öyle ki, üstüne altın nakışlı bir asil kabuk ister; fakat kabuğa, güzel bir manzaraya ve kurnaz bir körlüğe sahip olmak sanatını da öğrenir.
İnsanda birçok şey aldatıcıdır. Nice kabuklar pek ince, pek hazin ve pek fazla kabuktur. Birçok gizli iyilik ve güç çok defa açığa çıkmaz. En nefis çerezler bazen ağzının tadını bilen yiyici kimseleri bulamaz! (...)
Vur, daha derine vur,
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence
Körelmiş oklarla
Neye göz koydun böyle,
Usanmadın mı bu insan işkencesinden,
Acı vermekten haz duyan Tanrı şimşeği gözlerle...
Sanki sol kaburgamın altında bir yerde bir ip varmış da bu ip, senin sol kaburgana sımsıkı bir kördüğümle bağlanmış. Öyle sanıyorum ki aramıza dağlar, denizler girerse bizi birbirimize bağlayan bu ip kopacak. O zaman da için için kanlarım akacakmış gibi bir kuruntuya kapılıyorum.
İçine kapanık kimseler duygularını, acılarını açıkça konuşmaya, çoğu zaman “içi dışı bir” kişilerden daha çok gereksinme duyarlar. En kabuğuna çekilmiş, sert kimseler de en sonunda insandır. Bu gibilerin “sessiz deniz”lerine cüretle, iyi niyetle dalıvermek çoğu zaman, onlara dünyanın en büyük iyiliğini yapmaktır.
İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet, gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı taraf söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış.