"Kendini nasıl bir şeyin içine soktuğunun farkında mısın Angelina?" diye sordu. Baldırındaki kılıftan bir bıçağa uzandı- ğında kocaman gözlerle izledim.
Göğsüme doğru yönelttiği kocaman bıçağı takip ettim ve bıçağın hafif kıvrımlı ucunu gömleğimin ilk düğmesinin altına taktı. Pürüzsüz metal yüzeyinin üstünde kurumuş kana benze- yen
ÖYLE BİR HİKÂYE
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:
– Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı,
yorgun serüvenci
ben yeşil bir su içtim onsekiz
emirgân'da içtim temmuz'da
bütün karadeniz akıyordu
rüzgâr çözülmüştü ay yoktu
işte ben klor içtim onsekiz
bıyıklarımdan damlata damlata
Uzun süren dakikalar boyunca ben kıvranmaya ve nefes alamaz hale gelene kadar emmeye ve mücadele etmeye devam etti. Diğer göğsümün ucuna geçtiğinde neredeyse en yüksek seviyeye ulaşmış durumdaydım.
Hudson'ın aşkına o kadar dalmıştım ki, eteğimi çözdüğünü ve parmaklarının külotumdan klitorisime ulaştığını ancak fark etmiştim. Bu sanki, her
Hiç olmazsa bir kere gel
Aşkımızın mezarına
Ne gül ne zambak
Kır çiçeği yeter de artar beni anmaya
Bir dolu ümit bir dolu inanç
Hepsi uçtu gitti havaya
Ben yaşıyorum içim öldü
Çünkü onu gömdüm toprağa
Evet, doğru; ama bahçeleri serin, havuzları yeşil evler gördüm Bel-Air’de. Ayakkabıları varımdan yoğumdan daha değerli kadınları arzuladım. Altıncı caddedeki Spalding vitrininde öyle golf sopaları gördüm ki saplarından şöyle bir kavramak için içim gitti. Dindar bir adam günahı için nasıl dertlenirse öyle dertlendim bir boyunbağı için. Bir eleştirmen Mikelanj’ın bir eserine nasıl bakarsa öyle baktım Robinson’daki şapkalara.
Başım dönüyor içim sıkılıyor ha bire
Bu dünyada pırıl pırıl şeyler vardı hani
Cümbüşler vardı kahkahalar vardı hoşbeşler vardı
Hepsi peşine takılıp gitti mi ne
Kızım doğduğunda karım çok sevinçliydi, hayatına gökten bir gaye inmişti. 'Defter tutacağım, her anını yazacağım’ diyordu, tutmuş. Annesinin kızı, anneannesinin torunu, teyzelerinin biriciği defteri: Bilge bugün aşı oldu-ilk dişini çıkardı-güldü-şunu yaptı-bunu yaptı. Altı yedi ay boyunca basmakalıp cümleler karalamış süslü
püslü, küçük, pembe kaplı deftere. Bir gün tesadüfen elime geçti. Karım benim adımı hiç anmamış. Üç kere okudum. Anneannesi var, teyzeleri var, doğumunu yaptıran ebenin adı bile var, ben yokum. Yutkunarak sordum, 'neden bu defterde benim adım yok?’ diye. 'Senin defterin değil ki, Bilge’nin’ dedi. Yürüdü gitti.Solucan ikiye bölünmüş çoktan, haberim yok.Tam midemin üstünde yumruk kadar bir yer, o defteri her hatırlayışımda kasılır. Böylece zaten kuru olan
içim cevapsız bir soruyla büsbütün kurur.
“Fakülteyi bitirip işe girdiğim yıl, Sabri askere gitti. Babamla ikimizdik evde artık. Bir akşam baktım ki iki gözü iki çeşme. ‘N’oldu?’ dedim. ‘Usta iş vermiyor,’ dedi, ‘Dikemiyormuşum.’ Doğruydu, dikemiyordu. Elleri titriyor, gözleri iyi görmüyordu artık. ‘Dikemiyormuşum,’ derken yalvarır gibi bir hali vardı. ‘Çalışma,’ dedim. ‘Nasıl olsa kazanıyorum işte ben!’ Sevindi. Işıl ışıl oldu gözleri. Şaşırmış gibiydi; ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi… ‘Murat Bey… Oğlum,’ diye söylendi kendi kendine. Doğrusu bu ‘Murat Bey’ sözü çok tuhafıma gitmişti o gün. Bir baba, nasıl ‘bey’ derdi oğluna? Babama ilk kez o gün içim acıdı. Bana duyduğu sevginin, saygının sonsuzluğunu göstermiş oluyordu belki böylece ama yine de ters bir şeydi. Gülünçtü üstelik. Bunu o zaman yoğun bir çaresizliğin, yürek karartıcı bir yarın korkusunun anlamlı bir ses olup dudaklardan çıkması diye düşünmüştüm!”
Asıl iyi ki var olan onlar, kabul et bunu diyor içim. Onlar da olmasa sen ne olursun ki, hiç olursun, hiç kimsesiz bir hiç, onlar iyi ki varlar da sen varsın böylece.
.
kendim için var mıyım yok muyum?
.
Zaten niye umutlanmıştım ki? İnsan hayatının bir yerinde hayatına bir bakar ve anlar, anlamıyorsa aptaldır, ben aptal değilim ama yine de