Her siyasal rejim ideal bir rol dağılımını esas alır:
işçinin, patronun, yurttaşın, erkeğin ya da kadının rolleri. . . İdeal işçinin ya da kadının pozisyonu belirli bir mekaniğe, belirli bir sabitliğe dayanır. İşçinin rolü bütün yaşam enerjisini organ-makine olarak sermaye birikimine nakletmektir. Mekaniği de kol ya da kafa gücüyle böyle ta-rif edilmiştir. İşçi bu rolü reddettiği andan itibaren kapitalist dağılımın belkemiğini oluşturan "işçi" ideası aşınmaya başlar. Sözgelimi, işçinin mekaniği emek gücünü değil emek gücünün reddini esas aldığında, işçi artık bir simülakrdır. İdeayla kurduğu benzerlik ve makbuliyet ilişkisine kısa devre yaptırmış, aynının rejimine fark unsurunu dahil etmiştir. Ya da Bakkhalarda, Medea'da veya Samantha ' da olduğu gibi kadın figürü, kendi mekaniğini erkeğe karşı konumu itibarıyla hane yaşamı içinde, söz dinleyen rolünü icra ettiği ölçüde ideayla kopya arasındaki ilişkiyi layıkıyla muhafaza ederken, bu mekaniğin dışınaa çıktığı anda düzeni yerle bir edecek canavarca bir unsuru sahneye sokar. Marx'ın proletaryasının, Biko'nun zencisinin, Fanon'un lanetlilerinin, Federici'nin cadılarının ya da Arendt'in vahşilerinin simülakrı çağrıştırması bundandır.
Bana kalırsa insan, birden fazla mekanizmanın birleşmesinden oluşmuş bir makinedir. Bu makinenin ahlaki ve zihinsel mekanizmaları; doğuştan gelen kişilik, çevrenin etkisi ve eğitim sonucu oluşturulmuş bir iç efendinin güdüleriyle uygunluk içinde hareket eder. Bu makinenin tek işlevi, efendinin ruhsal memnuniyetini sağlamaktır. Efendinin istekleri iyi de olsa kötü de olsa bunu yapmaktır. Mutlak iradesiyle itaat edilmesi gereken, her zaman da itaat edilen bir makine.
Eğer insanın entelektüel kapasitesine sahip bir makine yapacak olursak, bu makine 5 yıl içinde insanlığın tamamından daha zeki olan halefini yaratacaktır. Bu makineler bir ya da iki kuşak sonra bizi görmezden geleceklerdir.
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş…”
Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...
“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”
Eğer insan kendisinin üzerinde aşkın bir varlık tanımazsa o varlığın onun üzerindeki tasarrufundan haberdar değilse ve hayatı sadece ölümle biten bir süreç olarak görürse bu büyük teknolojinin güce teslim olur. Çünkü bu nefs-i emmarenin bir zaafıdır. Bu bu zaaf neticesinde insan o güce teslim olur o güçle beraber hayatı domine eder. Ve sonunda makine insana galip gelir nefs-i emmaresine uymayan bir insan aynı aletle kendisine yetecek kadar bir alan açar daha ileriye gitmez.
Ekip çok büyüktü, gereğinden fazla insan, gereginden az makine vardı ve ustabașı sürekli bu kadar çok insanı verimli olarak kullanmanın yöntemlerini düşünüyordu. Bir bakama geçmiş ile gelecek arasında sıkışmış gibi hissediyordu kendini, geçmişte hissediyordu çünkü kariyerine ilk başladığında vazifelerin dengesi benzer șekilde daha ziyade el emeğine doğru ağır basıyordu. Aynı zamanda gelecektede hissediyordu çünkü șu anda etrafina bakındığında giriştikleri isșin neredeyse hayal bile edilemeyen büyüklüğu karşısında kendisini, dünyayı yeniden inşa ediyorlarmış gibi hissediyordu
- ...Gül gibi karımı yuttu bu fabrika benim! Benimse... Nah!
Kolunu çemirledi. Hala bir makine dişlisinin izleri belli
olan damarlı, büzük büzük kolunu gösterdi:
- ...Makinenin dişleri arasından çektim! Ondan sonra
da tövbe fabrikaya! Amma çocuklarımı çalıştırıyorum...
Yokluk, ne yapim?
İnsanlıktan ümit kesmedim fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki... Bir de bakıyorsun ki o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş...
1970’lerin başlarında Joy programlama öğrenirken bilgisayarlar oda büyüklüğündeydi. Tek bir makine (ki gücü ve belleği belki de şu anki mikrodalga fırınınızdan daha düşüktü) 1 milyon dolardan daha pahalıydı ve bu 1970’lerin dolarıydı. Bilgisayarlar nadirdi. Bir bilgisayar bulsanız bile erişmeniz zordu; erişseniz bile belli bir süre için kiralamak bir servet tutuyordu.
Dahası programlamak fazlasıyla uzun ve yorucuydu. Bilgisayar programlarının delikli karton kartlar kullanılarak yaratıldığı dönemdi. Her kod satırı karta delgi makinesi kullanılarak basılıyordu. Karmaşık bir program bu kartlardan upuzun binlerce olmasa da yüzlerce yığınını gerektirebiliyordu. Bir program hazır olduğunda erişiminizdeki ana bilgisayara gidip kart yığınlarını operatöre veriyordunuz. Bilgisayarlar tek bir seferde sadece tek bir görevi yerine getirebildiği için, operatör programınız için rezervasyon yapıyordu ve sırada sizden önce kaç kişi bulunduğuna bağlı olarak kartlarınızı birkaç saat, hatta bütün bir gün geri alamayabiliyordunuz. Ve programınızda tek bir hata bile yapsanız kartları geri alıp hatayı bulmak ve bütün süreci yeniden başlatmak zorundaydınız.
Bu koşullar altında birinin programlama uzmanı olması son derece güçtü. Hiç kuşkusuz, yirmili yaşlarınızın başlarında uzman olmanız kesinlikle olanaksızdı. Bilgisayar odasında geçirdiğiniz her saatin sadece birkaç dakikasında “program” yapabiliyorken, 10 bin saatlik bir pratiğe nasıl ulaşabilirsiniz? “Kartlarla programlama yapmak” diye anımsıyor o dönemin bilgisayar bilimcilerinden biri, “size programlamayı öğretmiyordu. Sabretmeyi ve düzeltme yapmayı öğretiyordu.”