Baudelaire'ın Paris şehrini bir tımarhane gibi görerek bu tımarhanede yaşanan gündelik trajediler üzerinden, hangi şehirde olursa olsun, insanlar için bağlayıcılığı olan varoluş sorunlarını ele aldığı muazzam kitap. Aslında Paris şehri bu noktada bir imge sadece. Şehir yaşamları hemen hemen birbirine benzer bir formda oldukları için Paris'in adını
Bir ara Moskof hizmetinde bulunan ünlü bir general yaralarını iyileştirmek için Paris'e gelirken, savaşta tutsak aldığı genç bir Türk'ü de yanında getirmiş. (Bir bütün olarak, kendile rine güvenmek bakımından İstanbul'daki ulemadan aşağı kalmayan) Sorbonne'daki din bilginleri, zavallı Türk'ün eğitim görmemişliği yüzünden lanetlenmesinin yazık olacağını düşü nerek, Hıristiyanlığı kabul etmesi için Mustafa'ya çok ısrar et mişler; teşvik olsun diye de, ona bu dünyada bol bol iyi şarap, öbür dünyada cennet vaad etmişler. Bu akıl çelicilikler dayanıl mayacak kadar güçlü çıkmış; onun için, din bilginlerince iyice eğitildikten ve ilmihali belledikten sonra, nihayet vaftiz olmaya ve *kudas sakramentlerini almaya razı olmuş. Ama papaz her şeyi sağlama bağlamak amacıyla, eğitime devam etmiş ve ertesi gün, her zamanki sorusunu sorarak işe başlamış: Kaç tane Tanrı var? Benedikt, çünkü yeni adı böyleymiş, Hiç yok diye yanıtlamış. Papaz haykırmış, Nasıl! Hiç yok mu? Besbelli, demiş, dürüst dönme, Bana hep bir tek Tanrı var dediniz: dün ben onu yedim.
"Neden böbürlenir ki insanoğlu?
Dünyaya çıplak geldiği için mi,
Ömrünün kısalığından mı,
Güçsüz doğduğu, güçsüz öleceği için mi?"
(Puşkin, Seviyordum Sizi, s. 31)
18. yüzyıl ünlü Fransız düşünürü ve yazarı Voltaire, yaşamı boyunca deneyimlediği duygu ve düşüncelerini yazınsal alana da taşımıştır. Şiir ve tragedya yazarı ünlü
II
Açtım alev dolu gözlerimi,
Odamın gördüm ürkünçlüğünü
Ve duydum, toplayınca kendimi,
İğrenç kaygıların süngüsünü;
Sarkaç ölüm ezgisiyle tek tek
Hoyrat, öğleyi çalıyor artık,
Gök de yağdırıyordu bu gevşek,
Çekilmez yeryüzüne karanlık.
Sayfa 88 - İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
,zweig oturup iki mektup
yazdı, biri rio de jenerio valisine, diğeri
yeryüzü ahalisine, ‘bizi konuk ettiniz, sağ olun’ dedi valiye,
‘hiç değilse bizden sonra yeryüzünü güzelleştirin’
diye seslendi ahaliye,
Paris'in kent manzarasından silinmelerine karar verilmişti. Sosyal yardım örgütü, aynı zamanda kentin doğru dürüst bir görünümde olmasıyla da ilgilenen ve düşünülebilecek en resmi nitelikteki sosyal yardım örgütünün ilgilileri, polisle birlikte Rue Monge'a geldiler, tek istedikleri, yaşlı adamları yaşama geri döndürmek, dolayısıyla da yaşama hazır olsunlar diye önce yıkayıp paklamaktı. Marcel yerinden kalkıp onlarla birlikte gitti, çok sakin bir adamdı, birkaç kadeh şarap sonra bile hâlâ bilge ve uysal kalabilen bir insandı. Gelmelerini o gün büyük bir olasılıkla hiç umursamamıştı, belki de caddedeki iyi yerine, metronun sıcak havasının mazgallardan dışarı çıktığı yere geri dönebileceğini düşünüyordu. Ama kamunun esenliği için yapılmış olan, içinde çok sayıda duşun bulunduğu yıkanma salonunda sıra Marcel'e de geldi, onu duşun altına soktular ve duş hiç kuşkusuz ne fazla sıcak, ne de fazla soğuktu, ama Marcel yıllardan beri ilk kez çıplaktı ve ilk kez suyun altına girmişti. Daha kimse durumu kavrayıp yardımına koşamadan düştü ve hemen oracıkta öldü. Ne demek istediğimi anlıyor musun! Malina, biraz ne yapacağını şaşırmış gibi bakıyor, oysa ne yapacağını asla şaşırmaz. Bu öyküyü anlatmayabilirdim. Ama duşu bir defa daha hissediyorum, Marcel'in üstündeki neleri yıkamaya hakları yoktu, bunu biliyorum. Eğer bir insan kendi mutluluğun buharları arasında yaşıyorsa, eğer bir insanın "Allah sizden razı olsun"un dışında söyleyecek pek sözü yoksa, o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı, o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı, birini olmayan bir yaşam için arındırmaya kalkışmamalı.
"Paris, öbür adıyla Aleksandros, Troya kralı Priaaos'la kansı Hekabe'nin en küçük oğludur. Kraliçe onu doğurmadan önce uykusunda bir düş görmüş: Karnından çıkan bir ateş, Troya surlarını sarıyor, bütün şehri yangına veriyormuş. Falcılar bu düşü kötüye yorumlamışlar, doğacak çocuk, şehri yıkıma götürecek, demişler. Bebek doğunca da Priamos onu İda dağına bırakmak üzere bir uşağına vermiş. Uşak Paris'i dağa bırakmış, vahşi hayvanlar hakkından gelir diye düşünmüş. Ama öyle olmamış. Bir dişi Ayı, bebeği emzirmiş. Bir süre böyle gitmiş, sonra Agelaos adında bir çoban bulmuş, evine götür müş ve kendi çocuklarıyla bir arada büyütmüş. Paris, çobanlar arasında güzelliği, yararlılığıyla dikkati çekermiş, sürülerine çok iyi baktığı için ona koruyucu anlamına gelen Aleksandros adını takmışlar."
Açtım alev dolu gözlerimi,
Odamın gördüm ürkünçlüğünü,
Ve duydum,toplayınca kendimi,
İğrenç kaygıların süngüsünü;
Sarkaç ölüm ezgisiyle tek tek
Hoyrat,öğleyi çalıyor artık,
Gökte yağdırıyordu bu gevşek,
Çekilmez yer yüzüne karanlık.
"Spartaküs'ün köle ordusunda neferdin
Paris barikatında umut oldun direndin
Afrika'da zenciydin, Panço Villa'yla köylü
Ernesto'yla Castro'nun bağımsız Küba düşü"
(open.spotify.com/track/0m8nHZj1n...)