...Aporetik olmayan, müphem olmayan bir ahlak, evrensel olan ve "nesnel temellere dayanan" bir etik, pratik olarak imkansızdır; hatta belki de bir oxymoron, terimlerdeki bir çelişkidir.
Çok çalışan, humma kurbanı da olan misyonerler inatla,
bazen de umutsuzca görevlerine sarılıyor ve muhteşem bir ruh
hasatına yol açarak özel bir tezahürün, bir dinsel ateş sağanağının
gelmesini bekliyorlardı. Ama Yamyam Fiji inatla direniyordu.
Kıvırcık saçlı yamyamlar, insan bedeni bolluğu devam ettikçe,
tencerelerinden vazgeçmekte
"Hristiyanlık ve İslamla ortak kutsal coğrafyaya ve karşılıklı etkileşimlerin görüldüğü ortak tarihi tecrübeye sahip olan Yahudilik pek çok teolojik, etik ve pratik kural noktasında bu dinlerle benzerlik göstermektedir. Ortak kutsal kitap literatürü (Ahdi Atik), seçilmişlik ve kurtuluş kavramları bakımından Hristiyanlığa, tek Tanrı inancı, dini hukuk ve pratiğe yönelik vurgu, vahiy inancı bakımından İslam'a yakın durmaktadı."
Adalet ve işe yararlılık açısından, burada yanlış bir şey var. İkisine de şu ünlü Marksist sloganı benimsemiş bir toplum daha iyi hizmet ederdi: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre." Bu başarılabilseydi,ırklar ve cinsiyetler arasındaki farklılıklar toplumsal önemini yitirirlerdi. Işte ancak o zaman gerçekten çıkarların eşit gözetilmesi ilkesine dayalı bir toplumumuz olurdu.
Büyükbabalarımızın, babalarımızın kendini kurtardığı, önyargılarını eleştirmek bize kolay. Kendimizde olan inanç ve değerler arasında önyargılar arayışına çıkmak daha zor.
Felsefenin tıbbın ihtiyaç duyduğu teorik temeli sağlamak için zorunlu olduğu öğretisini ileri sürüyordu. Ona göre hekim pratik bir şifacı (ampirik) olmakla kalmamalı; mantık (düşünme sanatı), fizik (doğa bilimi) ve etik (davranış kuralları) konularına da vakıf olmalıydı.
Bana öyle geliyor ki teorik açıdan, Sartre
gerçek-olma ahlâki kavramı boyunca, nasılsak öyle
olmamız gerektiği düşüncesine geliyor —yani gerçekten
kendi gerçek benimiz olmak, şimdi Sartre’ın söylediğinden çıkarılabilecek pratik sonuç, tersine,
onun teorik düşüncesini yaratıcılığın pratiğine
bağlamak olurdu— yoksa gerçek-olma durumuna
değil. Ben’in bize verilmediği düşüncesinden yalnızca
bir tek pratik sonuç çıkarılabilir sanıyorum;
kendi kendimizi oluşturmalıyız, tıpkı bir sanat eseri
gibi imal etmeli, düzenlemeliyiz. Baudelaire ya
da Flaubert çözümlemelerinde, Sartre’ın yaratma
çabasını kâh gerçek-olma durumu, kâh gerçek-olmama
durumu şeklini alan bir tür kendiyle ilişkiye
—yazarın kendisiyle— bağladığını gözlemek ilginçtir.
Acaba diyorum bunun tam tersi söylenemez
mi; bir kimsenin yaratıcı etkinliğini kendisiyle
olan ilişkisinin türüne bağlayacak yerde, kendisiyle
olan ilişki türünü etik etkinliğin göbeğinde
yeralacak bir yaratıcı etkinliğe bağlamak gerekirdi.
Avrupa kökenli insanların, kapasiteler bakımından öteki ırkların insanlarından üstün oldukları ırkçı iddiası yanlıştır. Bireyler arasındaki bu yönlerdeki farklılıklar ırksal sınırlarla yansıtılamaz. Kadınları duygusal açıdan erkeklerden daha derin ve daha çok ilgili, ama aynı zamanda daha az saldırgan ve daha az girişimci olarak gören cinsiyetçi stereotip(kalıp yargı) için de aynı şey geçerlidir. Bunun bütün kadınlar için geçerli olmadığı bariz. Bazı kadınlar duygusal olarak sığ, daha az ilgili ve daha saldırgan ve bazı erkeklerden daha girişimcidir.
İNSANLARIN, IRK VE CİNSİYET BAKIMINDAN DEĞİL, BİREYLER OLARAK BİRBİRİNDEN FARKLILIKLAR GÖSTERMESİ ÖNEMLİDİR...
İnsanları bireyler olarak değerlendirmeliyiz, eğer gerçekten nasıl birileri olduklarını öğrenmek istiyorsak onları sadece"kadın" ve "erkek" yığınları içine koymamalıyız...
Savaş ya da ırksal, etnik, dinsel ya da ideolojik çatışma zamanlarında"hangi taraftansınız?" sorusu grup dayanışması duygusunu canlandırmak ve bu mücadelenin herhangi bir biçimde sorgulanmasının hainlik olduğunu ima etmek için kullanılır(....) Bu soru dünyayı"biz" ve "onlar" olarak böler......
...."kişi" sık sık "insan" ile aynı anlamdaymış gibi kullanılıyor. Ama bu terimler eşdeğer değil....."Kişi"(person) kelimesinin kökeni klasik dramdaki bir aktörün giydiği maske için kullanılan Latince bir terimdir. Aktörler maskeler takarak bir rol oynadıklarını gösteriyorlardı. Ardından, "kişi" hayatta rol oynayan, fail olan biri anlamında kullanılır oldu. Oxford Dictionary'ye göre bu terimin güncel anlamlarından biri "özbilinçli ya da rasyonel bir varlık."....John Locke kişiyi" akla ve tefekküre(düşünüş, düşünme) sahip ve farklı zamanlarda ve yerlerde kendini kendi gibi, aynı düşünen şey olarak görebilen, düşünen zeki bir varlık"olarak tanımlıyor.
Kadim zamanların mitlerinde ve çağdaş hikayelerde ve filmlerde, hayvanlarla konuşabildiğimizi hayal ediyoruz. 1967'de Nevada Üniversitesi'ndeki iki bilim insanı Allen ve Beatrice Gardner, şempanzelere daha önceki konuşmayı öğretme teşebbüslerindeki başarısızlığın , şempanzelerdeki dil kullanımı için gereken zekanın yoksunluğu değil, insan dilindeki sesleri üretmek için gereken vokal teçhizatın yoksunluğundan olduğunu tahmin ettiklerinde, bu düş kısmen gerçek oldu. Bunun üzerine Gardner'ler yavru bir şempanzeye ses telleri olmayan bir insan bebeği gibi davranmaya karar verdiler. Onunla ve onun yanındayken birbiriyle, sağır insanlar tarafından kullanılan İşaret Diliyle iletişim kurdular.
Bu teknik işe yaradı. "Washoe" adını verdikleri şempanze yaklaşık 350 farklı işareti anlamayı ve bunların yaklaşık 250'sini doğru kullanmayı öğrendi. Basit cümleler kurmak için işaretleri bir araya getirdi ve böyle yaparak bir benlik duygusunun güçlü kanıtını sunuyordu. Bir aynada kendi görüntüsü gösterilip "Kim bu?" diye sorulduğunda, "Ben, Washoe" diye cevapladı. Daha sonra Washoe, Washington'a Ellensburg'a gitti..... Burada bir bebek şempanze evlatlık edindi ve çok geçmeden sadece onunla işaret diliyle konuşmakla kalmayıp, ona bile isteye işaretleri öğretti. Örneğin uygun ortamda ellerini "yiyecek" anlamına gelecek şekle sokuyordu. Washoe 2007'de kırk iki yaşında öldü.
Kaybımız ne olurdu ki bilmeseydik doğum ne?
Bırakın uzun ömür peşinde koşsun insanlar
Yürekleri dünyaya bağlıyken büyük bir şevkle:
Ama yaşam arzusunu hiç tatmamış olanlar,
Doğmamış, kişi olmamamış, hissedemez yokluk ne.