YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.
YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.
YAŞ 13 Annemle babamın el ele tutuşmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu
YouTube kitap kanalımda Huzursuzluğun Kitabı’nı önerdim: ytbe.one/zAd9Y20INZM
"Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum." Fernando Pessoa
Kendimi, tamamen kendim olarak hissettiğim sessiz ve tamamlanmış bir zaman diliminden.
Zaman, aslında ilk başta bir bütün olarak tasarlanmıştı. Sonradan bıçak denen insanlar ezeli dilim dilim
"Yalnızdım; ama bir kentte yürüyen ordu gibiydim..."
Varoluşsal sancılarının içinde yaşadığı çaresiz savaşları mükemmel bir şekilde kaleme almış yazar. Aslında tüm savaşlarını, yenilgilerini, beyninin içinde kaleme almış teker teker. Okurken sanki psikolojik nevroz geçiren bir adamın sanrılarından alıntılar görüyoruz. Yaşadığı her acı ve her duygu bazen uzun bazen kısa süren yanılsamalar gibi. Varoluşun, varolabilme duygusunun içinden geçerken ve aynı zamanda var olmanın getirdiği acılarla boğuşurken,
yalnızlığını da kucaklamayı öğrenebilmeli belki de insan.
Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapmayacağımı biliyorum.
BulantıJean-Paul Sartre · Can Yayınları · 202122,8bin okunma
“Burada birbirinin aynı olan her gün gerçekten ne yapıyoruz?”*
- “Ben neden böyleyim?”
- “Neden hiçliğin tatlı uykusundan bu varoluş çölüne atıldım?”*
- “Türlü acılardan yapılma bu hayata fikrim alınmadan gelmek zorunda mıydım?”
- “Neden seks, güç, beğenilme ve şöhret gibi hazların kölesi olunmayacak ve herkesin mutlu olduğu alternatif bir evren var olmadı da yemek yemenin bile bir zorunluluk olduğu bu evren var oldu?”
- “Madem ki günün birinde güneş de yok olacak, herhangi bir şey için çabalamanın ne anlamı var?”
BİR DEFTERİN SONU
Bir defterim vardı benim. Adı Aşk'tı. İlk kapağı açıp da bir şeyler yazmadan önce, nasıl da masum ve korkaktım. Bir süre açmadım o defteri. Sonra bir gün aniden açıvermiştim ve doldurmaya başladım. İlk satırlar güzeldi, mutluydum, keyifliydim yazarken. Biraz daha yazmaya devam ettikçe bana acı vermeye başladı bu satırlar,
YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.
YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.
YAŞ 13 Annemle babamın el ele tutuşmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini
Huzursuzluğun kitabı epeydir bekler beni kitaplığımın rafında. Hani belki de 3 yıldır falan. O zamanlar nasıl cesaret ettim aldım bunu şu an hayret ediyorum. Hatırlıyorum o günlerimi de kitaplığında belki yarısı bile okunmamış 20 kitap olan bir adamdım. Her halde duydum bir yerlerden. Varoluş sancıları çekiyoruz o zamanlar.
Aslı Fransızca'dan çevrilen (Le Dernier Jour d'un Condamné) bu opus magnumun orijinali, V. Hugo tarafından bir takma ad ile 1829 yılında yayımlamıştır.İçerik bakımından son derece yalın ve açık olan 132 sayfalık kısa roman, idam cezasının insanlık dışı yönlerini - ki bu yönler çoğu zaman münferit boyutunu terkedip bedellerini kitlelere
Gülfeza, hayatın en zorlu sınavlarından birine karşı mücadele eden bir kadının hikayesi. Kaleme aldığım bu eser, okuyuculara iç dünyalarının derinliklerine doğru bir yolculuk vaat ediyor.
Gülfeza ve Ali, uzun yıllar boyunca hayallerini süsleyen çocuk sahibi olma arzularıyla yaşadılar. Ancak tüm çabalarına rağmen, elde edemedikleri bir şey vardı.