Benzer bir durum tasavvuf ve tarikatlar konusundaki mesafeli fikirleri ile hayatı arasında da vardır. Şeyh olmadığı, olmak istemediği söylenebilir ama o bugün müntesipleri nezdinde bir tarikat şeyhi hatta pîri (yeni bir tarikat kurucusu) mesabesindedir; fikirleri tartışmasız, evliya/mehdi olduğu kesin, Risale-i Nur'ları tamamlanmış bir şeyh. Nurculuk da bir tarikat değil ama âdap ve erkânı, evrâd ve ezkârı, giyim kuşamı, ritüelleri, tasdikleri, tepkileri itibariyle bir tarikat gibi işlemekte ve çalışmaktadır.
Bilmiyorum bu paradoksu aktüel tartışma açısından da düşünmek ve tartışmak ister misiniz? Nasıl oldu da 12 Eylül darbesinden sonra Nurculuk hareketi büyük ölçüde zühtten vaz geçti; güç ve kuvvete, iktidara ulaşmak için dünyayı, parayı, büyüklükleri, mübalağalı kurumları, rakamları, reklamları, gösterişi, israfı... önemsemeye, devleti, devletliliği ele geçirmeye başladı, yöneldi?
Buna, sadece Nurculuk hareketiyle sınırlı olmayan, diğer tarikat ve cemaat yapılarını da şirket ve holding heveslerinin/ateşlerinin içine atan, iktidar arayışlarına, siyaset oyunlarına sürükleyen bu büyük değişmeye ve paradoksa bir daha bakın derim. 12 Eylül'e ve onun uzantısı olan Özal'a niçin açıktan veya gizli olarak hâlâ büyük bir minnettarlık duyduklarını, rahmet okuduklarını da anlamaya çalışın. "Bir lokma bir hırka" istiaresinin sonuna "bir mersedes"in nasıl ilâve edildiğini veya "bin lokma bin hırka" olarak yapının biçimsizleştiğini anlayın.