Sonuç olarak kitle iletişim araçları başta'televizyon olmak üzere toplumsal aklı şekillendirmek için tüm önemli noktalarda karşımıza ideolojik aygıtlar ya da uyuşturucular olarak çıkmak tadır. Bir yandan sürekli izlenen diğer yandan yalanlan izleyen bir topluma dönüşürken, uyuşturulmuş ve verilenle yetinen sınıflandırılmış insanlar olarak yaşamlarımızı sürdürüyoruz.
Bizler her şeye eleştirel gözle bakanlar ise kara bir ütop yada yaşayan ve çıkış yolunu bulamayanlara yol göstermek için toplumun "deli" olarak gördüğü Don Kişot'lar olarak değirmenlere doğru at sürmeye devam ediyoruz.
Eğer peşinde olduğumuz şey gerçek kişisel gelişimse, neden yapmamız gereken okumaları ışıkları kapatıp yatağa gitmeden önceki son birkaç dakikaya bırakıyoruz? Günümüzün sekiz ila on saatini ofiste olmak ya da toplantılara katılmak için harcaya bilirken neden büyük sorular üzerine düşünmek için hiç zaman ayıramıyoruz? Ortalama bir kişi haftada yirmi sekiz saat televiz yon izlemeyi başarıyor. Ama onlara felsefe çalışmaya vakit bulup bulamadıklarını sorarsak büyük ihtimalle verecekleri cevap "çok meşguldüm" olacak.
Kişisel gelişim yüce bir yolculuktur. Birçok insan bunun için uğraşmaz bile. Ama uğraşanlar için gösteriş ve yüzeysellik yolculuğu bozabilecek ihtimallerdir. Karın kası istemenin sebebi kendine meydan okumak ve kendini zorlu bir göreve adamak mıdır? Yoksa üzerindekileri çıkarıp insanları etkilemek mi isti yorsun? O maratonu koşmanın sebebi kapasiteni test etmek mi yoksa evdeki problemlerden kaçmak mı?
İstediğimiz şey mükemmel bir vücuda sahip olmak ya da birçok farklı dil konuşabilmek ama başka insanlara ayıracak tek bir saniye dahi bulamamak olmamalı. Eğer iyi bir eş, iyi bir anne baba ya da iyi bir evlat olamıyorsak spor müsabakalarında başarılı olmanın ne anlamı kalır? Bir
Şeyleri daha iyi yapmakla, iyi insan olmayı birbiriyle karıştırmayalım. İkincisi,ilkine kıyasla çok daha büyük bir önceliktir.
Aynı şey bizim için de geçerlidir. Hayat denilen bu şeyi is teksizce yaşayamayız. İzinli olduğumuz bir gün yok. Hatta hafta sonu bile yok. Daima hayatın üzerimize atabileceği şeylere karşı hazırlıklı olmalıyız. Böylece hayat bunu yaptığında hazır oluruz ve sorunu halledene kadar durmayız.
Bu noktada bir sorun çıkıyor: Korkulmaktan çok sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmekten çok korkulmak mı? Benim yanıtım bunla rın ikisinin de gerekli olduğudur; ama ikisini bağdaştırmak güç gö züktüğüne göre, birinden biri olmayacaksa sevilmekten çok korkul mak bence çok daha güvenlidir. Çünkü insanlar hakkında genelde şu söylenebilir: Nankör, değişken, içten pazarlıklı, korkak ve çıkar cıdırlar; onlara iyilik ettiğin sürece hepsi seninledir; yukarıda da de diğim gibi, gerekmedikçe kanlarını, mallarını, canlarını ve çocukla rını sana sunarlar ama bir gerekmeye görsün hepsi senden yüz çevi rirler. Sadece onların sözüne dayanan prens, başka önlemler alma mışsa, ortada kalır ve yok olup gider; çünkü gönül yüceliği ile değil de para gücüyle edinilmiş dostluklar borç alınmıştır kazanılmış de ğil ve tam da gerektiği zaman kullanılamaz olurlar. Ve insanlar, kendini sevdirmek isteyenden çok korkutmak isteyeni kırmaktan çe kinirler; çünkü sevgi bağı şükranla örülmüştür yani insanların ko partmakta duraksamadıkları bir iplikle zira ki kişisel çıkarları söz konusu olduğunda insanlar hainleşirler; ama korku bağı insanları hiç terk etmeyen ceza yemek korkusuyla dokunmuştur.
Yani verici ol, cömert ol. Ahlakın bir diğer mühim unsuru cömertlik; verdiğin senin, aldığın değil; elini vermeye alıştır, bir gün can vereceksin; beden almakla doyar, ruh vermekle.
Ahlak her an huzurda, O'nunla iletişim hâlindeymiş gibi yaşamaktır. Bugünlerde bundan uzak olduğumuz; materyalist, maddeci bir tutum benimsediğimiz; her şeyi elimizle dokunup gözümüzle görebildiğimiz şeylere göre dizayn ettiğimiz ve görülmeyi, tanınmayı, bilinmeyi, insanlar tarafından müşahede edilmeyi çok önemsediğimiz için bu noktada epey kayba uğradık, örselendik. Yani yediğimiz yemeği bile resimlerle sağa sola servis etmek gibi; ibadetimizi selfielerle diğer insanlarla paylaşmak gibi; her hâlimizi birilerine göstermezsek geçerli olmayacakmış gibi bir yapay- lığı ve suniliği benimser hâle geldik. Bütün bunlar tasannu eseridir, gösteriştir... İşte bu bizi değersizleştiriyor, tenzil-i rütbeye mahkum ediyor, aşağı çekiyor.
Kendini geliştirme süreci hassastır; kutsal bir topraktır.
Bundan daha büyük bir yatırım da olamaz.
Bunun anlık bir çözüm olmadığı da apaçıktır. Ama emin olun, yararlarını hissedecek ve cesaret verici karşılıklarını göreceksiniz.
Sonuçta, Marilyn Ferguson’un dediği gibi: “Kimse bir başkasını değişmesi için ikna edemez. Hepimiz, ancak içeriden açılabilen bir değişim kapısında nöbet bekleriz. Bir başkasının kapısını, tartışarak ya da duygularına seslenerek açamayız.”
“Müslümamn dinî görevlerini yerine getirmesi için bir cemaate mensup olması, bir tarikata girmesi zaruret değildir. Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünneti yeterlidir. Bunun dışında her türlü bilgi, İslâm ilim geleneği içinde muteber âlimlerin görüşlerinde ortaya konulmuştur. Olmayanlar için de ulema çözüm üretmek zorundadır. Mamafih cemaatler sırf Allah rızası için çalışır ve insanların hidayetine vesile olurlarsa bunda sayısız ecir vardır.”
Hüznüme hüzün karan,
dünyayı gözümde küçülten,
görülmeyen derdim var benim.
Yazı kış yapacak,
başı taş edecek,
saçı beyaza çevirecek bir derdim var benim.
Bağları kurutacak,
ciğerleri yakacak,
gecenin körü de olsa uyutmayacak bir derdim var benim. Anlatsam da anlaşılmayacak
sussam, kağıtları yakacak
tanımı yapılamayacak bir derdim var benim.
Kapılara baksam, hepsini kapatacak
yıldızlara baksam, hepsini karartacak
onsuz lokma yesem, boğazımda kalacak bir derdim var benim. Girse de, gelse de yakacak,
Allah demeden geçmeyecek,
ancak mezar taşıma yazılacak bir derdim var benim.
Aradığımız şey mükemmel insan olduğu sürece asla bulamayacağız. Zaten mükemmelliği insan üzerinde aramak, yanlış bir problemi çözmeye çalışmak gibi. Çözmeye çalıştıkça yanlış cevaplardan bunalacaksın, kafan karışacak. Çünkü soru yanlış.