Ben’imin parçalarından vazgeçmeye hazırdım, bu başka Ben’in kurtuluşuna dahil edilmiş, onun sonsuzluğuna katılmış ve içimde, sadece düşün bildiği umut dolu heyecanlı bir beraberlik, beraberlikte karşılıklı kurtuluş vaadi filizlenmişti, bu öyle güçlü ve öyle reddedilemezdi ki, o zamana kadar tek bildiğim “Ben”e güven duymanın yanı sıra, “Sen”e güven duymayı da öğrenmiştim ilk kez. Yüzünü Sen’e çevirebilen, Sen’in yankısına kulak kabartarak, kendi yankısını duyarak önüne Ben’e ulaşmayı koyan, sezinleyen bir bilginin ne kadar güvenli olduğunu kavramıştım ilk kez; kendisinden vazgeçebildiği için insanın aynası olan insanı, doğaya ve onun büyük yansımasına geri dönerek, topraksız bir sonsuzluktan gelse de, varlığının yaratıcı yaratılmışlığı içinde, bizzat kendisi doğa olan insanı… Ve Sen’in etrafındaki bu güvenlik içinde ben, kendi Ben’imi ve ortak sonsuzluk haline gelen kendi sonsuzluğumu nasıl beklemek zorundaysam, onu da beklemek zorunda olduğumu, bekleyebileceğimi, beklemem gerektiğini biliyordum. Oysa ben, beklemenin, artık zamansal bir bekleme değil, zamansız bir olgunlaşma olduğu, Ben’in o ağır örtülü gökküresinin zamandan bağımsızlığı içinde, düş gibi zamansız, düş gibi güvenli, fakat bütün düşlerden çok daha gerçek olan bu zamansız güvenlik içinde, onu, terk etmeksizin terk etmiştim.