kaydetmekten ibaret olan edebiyatın bir değeri olamaz, çünkü gerçeklik, kaydedilen küçük şeylerin altında gizlidir (uzaktan duyulan uçak sesindeki, saint-hilaire çan kulesinin çizgisindeki yücelik, bir madlenin tadındaki geçmiş vs.) ve bu gerçeklik çekilip çıkarılmadığı sürece, bu küçük şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur. gerçekten hissettiklerimizden hiçbir iz taşımayan, doğruluktan uzak ifadeler zinciri hafızamızda korundukça, düşüncemiz, hayatımız, gerçeğimiz de yavaş yavaş bu ifadelerden oluşur; sözümona "yaşanmış" bir sanat da, hayat gibi basit, güzellikten yoksun bu yalanı üretmekten başka bir şey değildir; gözlerimizle görüp zihnimizle saptadığımız şeylerin bu gereksiz tekrarı o kadar sıkıcı ve anlamsızdır ki, kendini buna adayan sanatçının, kendisine çalışma hevesi ve sebatı veren haz dolu, devindirici kıvılcımı nereden bulduğunu anlayamayız.
derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o da bir kapıdır.
Kahrını çekemem onun ama ondan ayrılamam da; çünkü henüz doğru dürüst yürüyemeyip, pek uzağa gitmeye kalkan küçük bir çocuk karşısında da insan hiç tutamaz kendini, karışmadan duramaz.
Kendimden söz etmiyorum, önemli değil bu; nasıl olsa senin gözlerini bana çevirmenden sonra armağanlara boğuldum hep ve armağanlara alışmak da güç sayılmaz.
insanlar birbirlerinin hayatını yıllarca işgal ettiklerinde, orada neredeyse kök saldıklarında bile selamsız sabahsız, hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gidebiliyorlar.
Hayatta o kadar çok şeyle ilgileniriz ki, belirli bir durumda, henüz mevcut olmayan bir mutluluğun temeli atılırken, aynı sırada, çektiğimiz bir acının doruk noktasına çıkması, oldukça sık rastlanan bir durumdur.