Bereketli Hilal binlerce yıllık önderliği niçin yarışa daha geç başlamış olan Avrupa'ya kaptırdılar?
Evcilleştirilebilir hayvan ve bitki türlerinin toplanmış olduğu bir bölge olduğu için bir zamanlar en öne geçen Bereketli Hilal'in daha başka zorlayıcı coğrafi üstünlükleri yoktu.
MÖ dördüncü binyılda Bereketli Hilal devletlerinin
Son zamanlarda solculardan başlayarak yavaş yavaş herkese, hattâ resmî şahsiyetlere de yayılan bir tabirle millet yerine halk kelimesinin kullanıldığını görüyoruz.
Komünistler milleti kabul etmedikleri için ve bu kelimeden ürkmeleri dolayısı ile daima "halk" kelimesini kullanırlar. Aşırı sosyalistlerde de aynı eğilim vardır. Fakat bu iki kelime aynı anlamda değildir. Şemseddin Sami "halk" kelimesini " Kaamus-i Türki" adlı mühim eserinde "insanlar", cem'iyyet-i beşeriyye, umum, cemaat, güruh, "kalabalık" diye açıklar. Bugünün edebî dilinde ise bu kelime "milletin bir parçası" yahut "aşağı tabakası" anlamında kullanılır. "İstanbul Halkı" veya "Orta Anadolu Halkı" dediğimiz zaman İstanbul veya Orta Anadolu'da doğan yahut oralarda yaşayan insanlar anlaşılacağı gibi "halktan yetişme" tabirleri de aynı mânâdadır. Halk=millet demek olsaydı "halktan yetişme", halk tabakası sözlerine lüzum kalmazdır. Herkes zaten milletten yetişme olduğu için bu türlü sözler lüzumsuz olurdu. Bundan başka "halk" yalnız o an için mevcut olan topluluktur. "Millet" ise üç zamanda da vardır ve "millet" bir " var olma şuurunun" da ifadesidir.
Sesimi kıstıkça sözümün yükseldiğini o vakit keşfettim.
Ve anladım ki, şairlik, bir iddianın gereğidir ve Tapduk Sultan’ım benim bütün iddialardan sıyrılmamı istemektedir. Elbette tövbeler okudum ve kalbime doğup gelen dizeleri düzenleyip bozmayı, yeniden bozup yeniden düzenlemeyi bıraktım.
Şiir elbette dervişlere bir hakikati belletmek için çok önemli idi. Şiir sözün unutulmayanıydı, ölümün elinden bir şeyler kurtarmak demekti. En güzel sözler şiir biçiminde söylenen sözlerdi ve gök kubbenin altında en uzun yaşayan sözler de şiir kalıbına girerse yaşayabiliyordu.
Bolşevik sanatçılar tiyatroyu nasıl elitist tabakanın elinden alıp çiftliklere ve fabrikalara taşımışlarsa, ayinler de artık pub'larda, mutfaklarda, araba parklarında, yüzme havuzlarında ve belki de zaman zaman telefon kulübelerinde düzenlenir olmuştu. Bazı coşkulu kimseler son derece tuhaf bir biçimde boyunlarında tahtadan haçlar taşıyordu ve bunların kullanım için mi yoksa dekoratif amaçlı mı kullanıldığını kestiremiyordunuz. Genç erkeklerin ayin sırasında ağızları köpürüyor ve önceden yalnızca 'Yemeğin soğuyor,' gibi incelikli laflar eden ezik evkadınları, çılgınca anlaşılmaz sözler söylemeye başlıyordu.
Söyledikleri kulağa gerçekten anlaşılmaz geliyordu. İnsanlar her yerde düşünüyor ve kendi kendilerini tatmin ediyordu. Artık kimse dogmatik ahlaksal yargılarda bulunmuyordu. Evlilikdışı ilişki yaşayan bir çifti nasıl değerlendirildiği sorulan liberal düşüneeli bir rahip, onları suçlayacağına, 'onlarla geçinmeye' çalışacağı yanıtını vermişti. Kendisine yine benzer bir soru yöneltilen yüksek rütbeli bir rahip, kendisini onların karşısında teşhir edeceğini söylemişti.
Birinci kural yaradana hangi kelimelerle tanımladığımız kendimizi nasıl gördüğümüze aynı tutar şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak utanılacak utanılacak bir varlık geliyorsa aklına demekki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla yok eğer tanrı dendi mi evvela aşk merhamet ve şevkat anlıyorsan sen de bu vasıflardan bolca mevcut
Hâtem el-Esam, Şakîk-i Belhî’nin (Allahu Teâlâ
her ikisine de rahmet etsin) talebelerinden biriydi.
Bir gün Şakîk-i Belhî ona:
“Otuz senedir benimle
sohbet ediyorsun; bu zaman içerisinde ne elde ettin?”
diye sorar. Hâtem el-Esam:
“Ben okuduğum ilimden sekiz faydalı şey elde ettim, onlar da bana yeter. Çünkü kurtuluşumun bunlarda olduğunu
Tarih, kişilerin bazı yönlerini çok fazla vurgularken bazılarınaysa hiç değinmez.
"İnsanlar beni anlamaya ve kendi sözleri çerçevesinde açıklamaya çalışacak. Gerçeği arayacaklar. Ama gerçeği ifade etmekte kullanılan sözler, onu daima muğlaklaştırır.
"Sizler beni anlamayacaksınız. Anlamaya ne kadar uğraşırsanız ben de sizden o kadar uzaklaşacağım, ta ki sonunda ölümsüz bir efsaneye karışıp gözden kaybolana dek... nihayet yaşayan bir tanrı olacağım!”
Osmanlı, İslamlığı ciddiye aldı. İslamlık put kırıcılığını ciddiye aldı. Osmanlı bunu İslamlığın ciddiye alınışından da öteye götürdü. Kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. (…) Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. (...)
Tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. Bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için birer