Türk Efsaneleri
Kim demiş Türkler denizci bir ulus değil diye!
İnsanlığın ikinci atası Nuh Türk olup insanlığı gemisi ile Anadolu'da kurtardı.
Son Türk efsanesini canlı ölüler ibreti ile mahşer tufanı efsanesi olarak yaşıyoruz.
Yaşananlar yaşandı, yaşanacaklar yaşanacak.
Yaşadıklarınıza bir anlam veremiyorsanız, ilmi bir mana ile
Geçtiğimiz günlerde internette Hasan Ali Öztürk isimli bir gazetecinin köşe yazısını okudum. Tanpınar ile ilgili şöyle söylüyordu. "Tanpınar okumuş olmakla okumamış olmayı, yetmişli yıllarda dilimize pelesenk olmuş bir şarkının, "para" eklentili, "varlığı bir dert yokluğu yara" sözüyle yakın görüyorum nedense. Öyle ki
Nasıl da kayıp gitmişti ellerinin arasından annesinin hayatı? Kör jiletle tıraş olmak için banyoya giderken annesi hayattaydı, ama çenesi yara içinde, telaşla banyodan fırladığında gitmişti bile. Gördüğü anda anlamıştı. Odada onun yokluğu yankılanıyordu. Annesinin gözlerini kapamış, çarşafı başına çekmiş, kapıyı kapatmış ve provaya gitmişti. Dün bütün gün hiçbir şey söylememişti, hiçbir şeyden söz etmemiş, sadece çalışmıştı. Akşam eve dönüşü, zor geçen, yalnız hayatında o güne kadar yaptığı en zor, en yalnız iş olmuştu.
Bu yaralar üstünde çalışırken, kişiliğimiz yavaş yavaş değişir. Ne de olsa öykümüz de değişmiştir. Hayatımız değişmiştir. Artık içsel anlatımımızın da değişmesinin vakti gelmiştir. Birisinin bana dediği gibi: "İçimde hâlâ bir yara var ama artık hayatımı mahvetmiyor. Kim olduğumu artık bu yara tanımlamıyor."
Öyle bir an gelir ki kendi sesinden bile rahatsız olursun. Bıkmışsındır her şeyden herkesten o kadar çok yorgunsundur ki hem zihnen hem bedenen hem ruhen hiçbir yere sığamazsın. Düşünürken düşünürsün neden düşündüğünü, neden yalnız hissediyorum neden yalnızlaşmak istiyorum.
"Hep bir soru cevapsız cevabı olan tatmin etmez çünkü yalansız."
...
İşte o an bırak her şeyi akışına bırak senin için bir şeyler çizilmiş sen tamamen değiştirmeye kalkma sen çabanla ekle veya çıkart.
Hiçbir şey zor değil hiçbir şey imkansız değil. Kaybetmekten korkanlar kaybeder. Sen yaşa hayatını yaşanması gerektiği gibi kendine güvenerek sana iyi gelecek şeyleri biriktirerek. Bırak gitsin bazı insanlar yokluğu ne kadar çok acıtacaksada varlığı kadar yara bırakmaz.
Hayatını yaşa kendine güven ve her daim ne olursa olsun gülümse☺️ seni yaratana ve kendine her işin altından kalkabileceğine dair inan.
Unutma bu dünyada herkes her birey kendine değerlidir.
#Schopenhauer
*Yazar
#Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihal olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve
Büyüdükçe ölüm kadar çirkin başka şeyler de görmeye başladım çevremde. Önce parayı tanıdım . Parasız aç bile kalınabileceğini öğrendim. Parayı kazanmak için sarf edilen emeğe nice şerefsizliklerin karıştığını gördüm.
Kirli eller, daha kirli bir elin kölesi oluyor, onun bayağılıklarını alkışlıyordu . Hırsızlıklar para içindi. Yalanlar, ikiyüzlülükler para içindi..
Camlara yaslandığım, artık bittiğini anladığım o gün içimdeki yara büyüyordu, onun yokluğu bütün güzel şeylerin, sevgilerin, dokunmaların, kahkahaların, koskoca bir dünyanın, görüntülerde olmayan bir dünyanın yokluğu demekti.
Selam. Bu ay okuduğum bir diğer eser Güray Süngü'nün Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı oldu.
Kendine has üslubu ile her defasında şaşırarak, hüzünle okuyorum yazarın eserlerini.
Kitapta yine bir esas karakterin bu defa Mehmet'in hayatına dair kesitleri görüyoruz.
Annesinin ilgisizliği, babasının güvensiz ve yetersiz oluşu
Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?
Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden
"Derken onu gördü, evin eskiden olduğu yerdeki boşluğu, her şeyin merkezindeki yokluğu. Arazide bir yara, bir iz gibi duran yokluk. Elini kalbine götürdü. Ev gitmiş, toza dönmüştü. Toprak ölümcül bir yara almıştı. Hepsi hüzünle başını eğmiş tarlalarla hayvanların, ağılların, yaslı toprağın, duvarların ve ağaçların, etrafa saçılmış çalılıklardaki kuşların sıkıntısını, uzun süren huzursuzluğunu, sessiz cefasını hissetti.
.
O gece rüya gördü. Toprağın ağladığını işitti. Şafak vakti şehrin kuvvetli çağrısını duydu. Sokaklar onun adımlarını bekliyordu. Açılacak kapılar, okunacak kitaplar ve bir hayatı vardı. Daha atlatılacak günler, sonsuz günler, geceler sessiz odalar vardı. Cennet diye bir yer yoktu. Cennet diye bir yer olmayacaktı. Ne bir ışık seli olacaktı ne de bir dönüşüm. Yalnızca zaman vardı ve sevginin hatırasıyla hafifleyecek görevler. Bir de diğer bütün günler gibi bir ayağını öbürünün önüne atıp yürüyeceği, kaderine boyun eğeceği günler..."
"Kapıyı açışını, gülümserken dudaklarının hafifçe yukarı kıvrılışını, yanağında belli belirsiz çukurlaşan gamzeyi, sol kaşının bittiği yerdeki küçük yara izini, açık kahverengi gözlerini, gözbebeğinin derinliklerinde birden karşıma çıkıveren yeşil benekleri, yer yer altın sarısı tellerin parladığı uzun kumral saçlarını, başını yana yatırıp uysalca beni dinleyişini, bana bakarken yüzünü kaplayan sevinç dalgasını, sesindeki yumuşaklığı, avuçlarımın arasında kaybolan beyaz ellerini, küçük ve diri memelerini, biraz kalın ama düzgün bacaklarını, bacaklarının arasındaki nemli, cesur sıcaklığını; onu, her şeyiyle onu, Mine'yi özlüyorum. Yokluğu renksiz, tatsız bir boşluk gibi damarlarımda akarak yaşamımda önemli önemsiz ne varsa hepsini anlamsızlaştırıyor."
ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş