"Şimdi bu parlamenterin, şuradan, şu partilerden dolaşa dolaşa, dönme dolap olduktan sonra vatan lafını ağzına alması yakışmaz. Vatanı babanıza sorun, döne döne vatanperverlik olmaz arkadaşım..."
Bu soruyu hayretle karşılayıp; "Ben seni kıskanmıyorum, sa
na güveniyorum," derdi.Başlarda çok üzerinde durmadım. Çevremde çok sevdi
ğim, kimi zaman bana kardeş kimi zaman da abi olan iki
tane erkek arkadaşım var. Onlar eski sevgilimin arkadaşları değildi ve, "Sevgilin bizi kıskanmıyor mu?" diye soruyor
lardı. Ben de hayır kıskanmıyor dediğimde sevgilimin be
ni sevmediğini söylerlerdi. "Seven insan kıskanır" klişesi varya... Onu deyip, "Normal değil bu. Bu çocuğun seni sevdiğine emin misin?" diye irdeliyorlardı. Onlar da beni korumaya çalışıyorlardı kendi algı çerçevelerinde, bu sebeple
onlara hiç kızmadım. Ne var ki sürekli duyunca içime kurt
düştü.Eski sevgilime bir gün sordum: "Tamam sen bana güveniyorsun. Çevremde arkadaş diye görüştüğüm biri ya benden
hoşlanırsa. O zaman da mı kıskanmazsın?"Verdiği cevap şu oldu: "Olabilir. Sen ona gerekli cevabı
verirsin. Senin nasıl davranacağını biliyorum, en azındantahmin ediyorum. Dolayısıyla kıskanmamı gerektirecek birdurum yok."Hiçbir şey diyemedim. Öylece baktım. Bildiğim, öğrendiğim kalıptan ayrı bir şeydi bu dediği. Bir yanım evet haklı
derken; diğer yanım yine de kıskansa iyi olur diyordu.
Hocam kitaplarınızda bahsediyorsunuz ya Korku Kültürüdiye. Ben ve arkadaşlarım Korku Kültürü'nün bizde oluş
turduğu kalıba göre düşünüyorduk. Sevgilimse o KorkuKültürü'nde değildi.
Tabi ben bunu çok sonra fark ettim. Konuşarak ayaldik.Birbirimizi kırmadan, kavgalar etmeden, birbirimizi anla
yarak ayrıldık. Sebep ise farklı yaşam danslarımız vardı veuyum sağlayamadık birbirimize.
Arkadaşım olması gözümde asla hafifletici bir sebep değil, tam tersine ağırlaştırıcı bir sebep oluyor. Bir arkadaşın suçları seni de kirletir ve aşağılar, onları acımasızca yargılamak senin görevindir.
Bir daha gelmeyeceğini biliyordum. Kaybolan sihrin tekrar gelmeyeceğini, gelip geçen, gidip tekrar dönen ışığın, tepelerdeki kayıp seslerin hatırasının, dağlardan geçen bulut gölgelerinin de geri gelmeyeceğini… biliyordum, -ah, zamanın tuhaf ve acı mucizesi-tekrar geri gel. Ancak geri gelmeyeceğini biliyordum-… hayat tuhaf, hayat sürgün, hepşmiz gibi kaybolmuş, karanlık labirentte bir parola, uzan zaman önce…Ailem, arkadaşım ve kardeşim, kayıp çocuk ebediyen gitti ve geri dönmeyecek.
Kitapta senden, "O" diye bahsettim hep! Yazmaya başladığımda, hiç düşünmeden "O" yazdım... Ne diyeceğimi bilemedim...
Kocam, sevgilim, arkadaşım, dostum, sırdaşım, akıl hocam, dert ortağım, babam, eğlencem, bebeğim, kardeşim, hangisini desem eksik olacak... Aslında KEMAL desem hepsini içine alacaktı... Amacım seni ilahlaştırmak değil elbette... Sadece benim hayatımdaki doldurulamaz yerini çember içine aldım... Bir daha kaçırmamak için...
Kemal... Hadi gel! Bi kahve içelim...
Diliniz, alfabeniz, kullandığınız kelimeler ve kurduğunuz cümleler ne olursa olsun, bazen sayfalarca mektuplar yazsanız da, saatlerce konuşsanız da derdinizi anlatamazsınız.
Bir pencere size belki de dünyanın en güzel manzarasını gösterebilir fakat bu görme kabiliyetini sunan, evin içindeki manzaradan başka bir şey değildir. Evin içinde huzurunuz, neşeniz, mutluluğunuz yoksa en parıltılı manzaralar dahi sönük görünmez mi?
«Birçok tutucu kişi, kendilerinin inançlarını ispat etmeleri gerektiğini değil, şüphe edenlerin kabul edilmiş olan inançları çürütmesi gerektiğini anlatır. Bu elbette bir hatadır. Eğer ben Dünya ile Mars arasından geçen ve merkezi Güneş olan eliptik bir yörüngede dönen bir Çin demliği bulunduğunu öne sürseydim ve bu demliğin en güçlü
Çok düşündüm. Duvar yükselirken, pencere dibine bir Borges, kapı yanına bir Vallejo, onun üstüne Kafka ve yanına Kant ile Hemingway’in Silahlara Veda'sının ciltli bir baskısı; her zaman hacimli kitaplar yazan Cortázar ve Vargas Llosa, Valle-Inclán ile Aristoteles. Camus ile Morosoli ve çimento harcıyla Marlow’a ölümcül bir şekilde bağlanmış olan Shakespeare yerleştirilirken oralarda yürüyor olmalıydı; hepsi bir duvarı yükseltmeye, bir gölge yaratmaya yazgılıydı. ‘Sıcak olacak, ha? Değil mi?’ diye bağırırdı duvarcı, onu neşelendirmek, sanki o harem içine kendisi de düşmüş gibi şüphesiz sertleşmiş olan yüzündeki keskin kederi dağıtmak için. Çünkü yüzüne artık kimsenin kapağını açmayacağı, arzuyla bakmayacağı ve hayran bakışların karşısında, ‘Doğrusu hepsini okumadım. Yıllardır bana eşlik ediyorlar. Bakın, burada bayılacağınızı düşündüğüm bir şey var,’ diyemeyeceği kitapların yalnızlığı istiflenmiş olacaktı.
Fakat, ‘Hâlâ benim arkadaşım onlar. Kışın üzerimi Örtüyor, yazın gölge yaratıyorlar. Beni rüzgârlardan koruyorlar. Kitaplar benim evim,’ diyebilirdi. Her ne kadar sonuç tatsız da olsa ve kitaplarla kurulan böylesi narin bir ilişki onu uzak ve izbe bir kumsala sürüklese bile kimse karşı çıkamazdı bu cümleye.
Bir hafta içinde duvarcı, Carlos Brauer’in eserini kireçle kaplayıp şekil vererek sayfa sayfa, cilt cilt, baskı baskı ördü evin duvarlarını Rocha’nın kumları üzerine. Başka bir eserin içinde yok olan bir eserdi bu. Sadece hapsolan değil, çimento ile yok edilen...
Bazen seni anlamıyorum
Şu halde söylediklerimi açıklayacağım kendilerine gereksinim duyan kisiler vardır beni anlamamanın nedeni senin boyle kisilerden olmaman sen beni kullanır ve sırası gelince bir kesekağıdı gibi brustururarak fırlatıp atarsın tanrı seni becermis arkadaşım yeterince zekisin ve öyle yapman seni üzücektir ama daha sonra yürüyüp yoluna gidicek kadar katısın da bundan dolayı kendine bir sey yapamaz engelleyemezsin eger ben kumsalda yatıp yardım istemek üzere çıglıklar atmakta olsaydım ama seninle kahrolası bir kule'n aradında bulunsaydim seni uzerimden atlar ve cekip giderdin bu söylediklerim gercege yakın değil mi ?