"Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orada durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!
Zihnim de dışarıda olup bitenleri seyrederken bile gömüldüğüm bir başka yuvaydı. Dışarıdaki bir nesneyi gördüğümde, gördüğümün bilinci nesneyle arama girer, etrafını maddesine doğrudan dokunmamı engelleyen ince bir manevi şeritle kuşatırdı; tıpkı ıslak bir nesneye yaklaştırılan akkor halindeki bir cismin önünde daima bir buharlaşma kuşağı oluşturarak ıslaklığa değmediği gibi, gördüğüm nesnenin maddesi de -ben onunla temas etmeden- adeta buharlaşırdı.
Şiir okumaktan ziyade dinlemeyi tercih edenlerdenim. Fakat kitaplığımdaki şiir kitaplarını da okumasam onlara haksızlık edeceğimi düşünüp dönem dönem ruhumun şairane niteliğini ön plana çıkarmama vesile olan bu güzel kitaplara borcumu onları okuyarak ve okutarak ödediğimi hissetmek ve hissettirmek istiyorum.
KİTAPTAN ALINTI:
“Kıyısında yürüdük hayatın
Kâh suya değdi ayaklarımız
Kâh ıslak kumlara battık
Ve anladık ki dönüp baktığımızda
Ne denizdeydik
Ne karadaydık...”
(Sayfa/49)
Teknesiz, yolcusuz, huysuz göl
Tuhaf bir iskelet gibi uzanıyor üstünde eski iskele
Ne kadar ömrü kaldığını düşünüyor bazen
Gölün ıslak beyni gün boyu değişen renginde
Hava ise doğudan kararıyor hep
Sahipsiz hatıraların cevabı uyuyor derinlerde
"Quis est in eo virtus dormitiva, cujus est natura sensus assoupire,"
Kıpırdamadan, öylece dudaklarını seyrettim. Şefkatle eğdi başını sağına doğru, belli belirsiz, silik bir tebessüm ele geçirmişti bakarken nefeslendiğim çehresini.
"Onda uyuşturucu bir erdem olduğundan, doğasından gelir duyuları uyuşturmak."
Böyle diyor, Moliere.
Uyuşturdun beni, erdemlerinin arkasına, ıslak toprakla bütünleşmiş taş parçaları arasından sızan su gibi yerleştirdiğin hazlarınla.. Manastırın temiz, ağaçlara kıyı olmuş yolunu, yanımda babanla yürüyorken, karşılacağım gencin beni tek bakışıyla, ancak ilme ve sanata duyduğum merakın bir oyuncağı haline getirebileceğini düşünmüyordum. Asık suratlı, kendince katılaşmış, Tanrı'nın yeryüzündeki hakimiyetini yaşattığını zanneden bu ihtiyarın oğlu, nasıl böylesine saf,duru bir suyun dere boyu yalnız başına sızlanışı gibi bakabilir, dedim kendime Masumiyetini teninden koparmak, masumiyetine susamak, kir görülen yanlarımda, bir kanun gibi koruduğun el sürülmemiş tenini öğütmek istedim."
Acı, bir dozer olup çevresinde ne varsa yıktı. Islak süngere benzeyen yüzünü elleriyle kapatan yaşlı kadının cevresindeki duvarlar yok oldu. Geriye sadece acil servisin beyaz kadranlı saati kaldı. Yıllar önce göz göze geldiği, doğumhanedeki saatle aynıydı. Oğlunu kucağına verdiklerinde gece yarısıydı. Şimdiyse oğlunun yüzünü örtüyorlar ve o saat yine gece yarısını gösteriyordu. Doğum ve ölüm saatleri aynı olan 22 yaşındaki bir çocuğun annesi olarak zamanın durduğuna tanıklık etmişti. Zamanın durduğuna ve mekanın yok olduğuna... Oğlunun kokainden girdiği komaya, kadın acı kapısından girmişti. Sonra... Sonra her şey bitti. Ama hayat devam etti.
MAHCUP OLURUM TOPRAĞA
Gel mezarlıkta öpüşelim istersen korkma!
İlkin kızılcık topla ama dudaklarınla
Gazel zamanı olmuşlardan al
Geceye dek utanılır burada
Sabaha kadar korkulur
Bir mezarlık amelesi geçer aramızdan
Yasinci, çapacı belki
Bir mübeyyizin unutulan hırkası inler
Kudret narı tanesi, telkin
Boşalan ibrik, ıslak takunya sesi
Yoksun yoksun solunur hava
Hayret ağılır kabrin ortasında büyüyen ağaçtan
Geri döner bir cemre
Yanlıştır düştüğü yer
Bir musahhih kavuğu yuvarlanıp izimizi siler
Çürümüş sarık bezleri ayaklarımızda
Şimdi serviler gölgesini sakınıyor
Ateş böcekleri uçuruyor işaretleri
Yoklama alınıyor tahammülden
Yok yazacaklar bizi de
Hava kararmadan öp beni
Vakti doldu mahcup olurum toprağa