Ne kadar çok hâtıra ve insan... Niçin Boğaz'dan ve İstanbul'dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsettim. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. (...)
Hayır, aradığım şey ne onlar, ne de zamanlarıdır. (...)
Hayır muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. (...)
Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünyayı arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum. Onu musikinin kadehinden istiyorum; kadeh boşalıyor, susuzluğum olduğu gibi kalıyor; çünkü sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır. Ben seraptan seraba koşuyorum. Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim, seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Belki onlar da bana kendi tecrübelerinden, her adımda karşılarına çıkan sert duvarlardan bahsediyorlar; "Biz de senin gibiydik," diyorlar. "Hiçbir suale cevap alamazsın. Asıl olan içindeki hasrettir; onu söndürmemeye çalış."
Çoğu kez bir insanın karakterini geride ölüler bırakan kanlı zaferlerden ya da muhteşem şehir kuşatmalarından çok, önemsiz bir cümleden veya esprili bir ifadeden daha iyi anlamamız mümkündür.
En uçtaki sis bulutu güneyden gelen toz,
Evler ve ırklar arası gruplaşmış bir şehir,
Kentliler eski yeni diyerek avunuyorlar.
Eski Mardin'den aşağı bakınca iki tepe arasında Pazarcık görünüyor.
Daha uzaktan bakınca karınca yuva yapmış gibi.
Biz alemin içinde bir tozuz biliyorum fakat çıplak gözle gözlemlemek için iyi bir yer.
Peşim sıra
"Usulca kalkar, pencerede bir sigara içerdim. Saray uyur, burnu uyur, şehir uyur, martılar uyumazdı. Bir de karşı apartmanın arka pencerelerinden biri. O ışık bana iyi gelirdi. Nedenini bilmezdim."
Kudüs'e gelen ziyaretçilerin en iyi bildiği kapılardan biridir Aslanlı kapı....
**Bu kapı Kudüs'teki diğer sur kapıları gibi her şeyi ile orijinal bir Osmanlı kapısıdır.
Surlar en son Kanunî Sultan Süleyman Han tarafından temellerine kadar yenilenmiştir.
begenmedigim seyler vardi diyip gecmis olmamak icin yaziyorum. begenmedigim major bir iki konu:
1. eftalya'nin "konuskanligi"nin yansitilma seklini begenmedim sahsen. kendim asiri konuskan biriyimdir ama bana gercekci hissettirmedi. cok konusunca olan ve burada farkli yansitilan noktalardan bahsetmek istiyorum
☆eftalyanin
Fairchild'ın çıkardığı sonuç şöyleydi: "Doğru noktalara isabet eden on yedi bomba tüm metropol bölgesini tümüyle elektriksiz bırakmasa da, enerji dağıtımını önleyecektir!"
On yedi bomba! Klasik akla kalsa, tüm şehir bombalanacaktı - bunun üzerine dalga dalga maliyetli ve tehlikeli bombalama akınları eklenecekti. Fairchild'ın göstermek istediği şuydu:
Koca bir kenti tek bir darbeyle etkisiz hâle getirmek için aklınızı ve Norden'in bombalama vizörünü kullanmak dururken, buna ne gerek var?
Pape bana dedi ki:
Kesinlikle tek başına bombacının ya da yalnız hava gücünün savaşı kazanacağına inanıyorlardı. Üstelik savaşı kazanarak, kara ordularının yıllarca çarpışıp durduğu ve insan öğüten siperlerde milyonlarca kişinin telef olduğu Birinci Dünya Savaşı'ndaki gibi bir kitlesel kırımı önleyeceklerini düşünüyorlardı.
Donald Wilson'un neden yarı şaka yarı ciddi, Maxwell'de neler döndüğünü bilse Ordu'nun Bombacı Mafya ekibinin tamamını hapse tıkacağını söylediğini şimdi daha iyi anlayabilirsiniz. Bu adamlar Ordu'nun parçası oldukları hâlde, Ordu'nun geri kalanının geçersiz ve eskimiş olduğunu söylüyorlardı.
Kanada sınırına, ağır toplar, tanklar ve akla gelebilecek her türlü silahla desteklenen yüzbinlerce asker yığabilirdiniz ama bombacılar bunların ve bütün konvansiyonel savunma hatlarının üzerinden uçarak geçer ve sınırdan yüzlerce kilometre uzakta özenle seçilmiş birkaç hava akınıyla düşmana ağır bir darbe vurabilirdi.
İyi şehir; iyi bir kütüphanede çalıştıktan sonra, iyi bir salonda, iyi bir tiyatro oyunu seyredebildiğin ve temsilin ardından güzel bir kafeye gidip sohbet edebildiğin şehirdir.
Hadi gülümse bulutlar gitsin
İşçiler iyi çalışsın, gülümse
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.
Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
Çakıltaşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun
Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
Tüm şehir bana küskün
Bir kedim bile yok anlıyor musun
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.
Kent İmgesi lisans eğitimim gereği öğrendiğim ve üzerine çalışarak aktif bi şekilde kullandığım bir konu. Bu sebeple kitap benim zamanım için okunması son derece geç kalınmış bir eser ne yazık ki. Nihayet elime alıp okumaya başladığımda aslında çoğu ana başlığı bildiğim için sanırım ilerletmesi zor oldu. Verdiği örneklerin anlatımını
Einstein, bir konferans için yola çıktığında, gideceği adresle ilgilenmez, çevresindeki herhangi birinden öğrenir öğrenemez ise de bir çaba göstermezmiş. Bir konferans için yola çıkmış. Bir gün önce başlamış olan konferans için, konuşma yapacağı gün havalimanına inmiş.
Taksi durağında bekleyen taksiciye yanaşıp, üniversiteye gitmek istediğini
Aya bile gidemedim, yükseklik korkum var
Taksimetreler parçalandı şehir turlarımda
İyi kötü şiirler yazdım, fazlalıklar...
Nasılsa ben ölünce 'mısra-ı berceste' olur
Sayfa 203 - Kırmızı Kedi Yayınevi, Birinci Basım: Şubat 2015, İstanbulKitabı okudu
Fikret Dağlı
Orta gelirinin üstünde sayılabilecek bir gelire sahip ailenin,tek çocuğu olarak dünyaya gelen Adem in babası bürokrat,annesi üniversitede Tarih bölümünde Profesördü.
Yaşadığı şehir sakin ve elit sayılabilecek bir mahalleydi.Parmakla gösterilen,başarılı bir öğrenci olduğu icin üniversiteside Hukuk bölümünü kazanmıştı.
Edebiyat
İslam ve Hıristiyanlık arasında bir medeniyetler çatışması yok aslında, her birinin kendi içinde hayaller çatışması var. İkisir de, ideallerini nasıl yorumlayacaklarına dair kendi içlerin sonsuz çatışmaları var; çünkü çok büyük bir mizaç çeşitliliğine sahipler.
Çoğu medeniyet ve çoğu din, içsel olarak iki vizyon arasında çatışma yaşamıştır.
Bunlardan biri, medeniyeti şehir-kale olarak gören yaklaşımdır, duvarlarla çevrilidir, kendisini barbarlara karşı korur ve dış dünyanın kötülüklerini reddeder.
Diğer yanda ise şehir-liman yaklaşımı vardır, her daim sahip olmadığı şeyin peşindedir, yabancılarla ticaret yaparak da iyi bir yaşamın yollarını arar ve nereye götüreceği konusun fazla endişeye kapılmadan yenilikleri ithal eder.
Bu, yaşamı basitleştirilmiş halde isteyenlerle, yaşamı farklılık ve karmaşık karışımı olarak kabul edenler arasındaki ayrımdır.
Kendilerinden ne beklendiğini bilmek isteyenlerle kendi çözümlerini üretmek isteyenler, itaat edilmesi gereken temel yasalar ve metinlere sahip olmaya değer verenlerle sorgulayan, tartışan ve direnenler arasındaki ayrımdır.
Diğer yandan, insanların farklı durumlarda değişken yaklaşımları olduğu için, ayrıca yaptığı, söylediği ve düşündüğü her şeyde tamamıyla dindar veya tamamıyla dünyevi davranan çok az kişi olduğu için, aralarındaki çatışmalar çarpışmadan ziyade birlikte ama uyumsuz çalan çanlar gibidir.