İtiraf edeyim ki ikimiz apayrıyız
Birleşik olsa bile bölünmeyen sevgimiz:
Bu utanç lekeleri bende kalacak yalnız,
Bana nasip olacak çile doldurmak sensiz.
Duyduğumuz sevgiler birleşir bir bakıma,
Yaşamımızı bölen acıklı ayrılıklar
Sevginin birliğini altüst edemez ama,
Sevişmenin tadından tatlı saatler çalar.
Sevgilim olduğunu açıklamam artık ben
Yanıp yakıldığım suç, lekeler diye seni,
Bana iyilik edip onur veremezsin sen
Feda etmeden kendi adının şerefini:
Sakın buna kalkışma; öyle ki sana sevgim,
Benim olduğun için iyiliğin de benim.
Apollo,ışığın, aklın, orantının, uyumun ve sayıların tanrısı olan Apollo, tapınırken kendine çok yaklaşanları kör eder. Güneşe çıplak gözle bakmayın. Her fırsat bulduğunuzda karanlık bir bara gidip Dionysos’la beraber kafaları çekin.
“Şu gördüğün,” dedi taşla oynayarak, “bir taştır, belli bir zaman sonra toprak olacak belki, topraktan da bitki olarak boy verecek ya da bir hayvana, insana dönüşecek. Eskiden olsa derdim ki: ‘Bu taş yalnızca bir taştır, değersizdir, Maya dünyasındaki nesnelerden biridir; ama yaşam çevriminde insana ve ruha da dönüşebileceği için bu taşa da önem veriyorum.’ Eskiden olsa böyle düşünürdüm belki. Ama bugün şöyle düşünüyorum: Bu taş taştır, aynı zamanda hayvandır, aynı zamanda Tanrı’dır, aynı zamanda Buddha’dır, ileride şu ya da bu nesneye dönüşeceği için ona saygı duyuyor, onu sayıyor değilim, çoktan ve her zaman şu ya da bu nesne olduğu için sevip sayıyorum onu...”
Her yüz kabulü parçalanmayı çağıran eliaçıklık,
ama,
Yüzüm yanındadır seninkinin, sırlı camın değerbilirliğinde,
İmgeleriz birbirimizi içsel yakarıyla, bilirim.
Sakınmayla ertelediğimiz, gecikmiş an,
Kurtulsun dilerim kuşkudan; sorusundan gerçek mi,
gerçek mi?
Budur çünkü kesen elleri, göğümüzü şaşırtan,
Alıkoyan yağmur kokan otlardan bedenlerimizi.
Budur sorgulayan özdeş isteklerimizi, bağlansın mı
bağlansın mı bebekliğe?
İçinden geçmeyi seçerken bir durallığın,
Ürkünç devinimine zincirlenme korkusu; o esriten
kızıl değişimin.
Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk;
kanadında.
Bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için!
Kaçtığımız her kare duvarına ekleniyor yuvarlak
avlunun, üçgenleri yok ederek sonunda tutsak
edileceğimiz!
Nisan ’80
“...Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?”
“Amok mu?.. Sanırım hatırlıyorum... Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk...”
“Bu sarhoşluktan daha fazla bir şey...bu delilik, bir tür insan kudurması...ölümcül, anlamsız bir saplantının krize dönüşmesi hali, bunu başka hiçbir alkol zehirlenmesiyle kuyaslayamazsınız... orada kaldığım süre içinde bizzat ben de birkaç vakayı inceleme fırsatı buldum -söz konusu başkalarının derdi olunca nasıl da hep daha zeki ve nesnel oluruz- ama kaynağının korkunç gizemini ortaya çıkarmayı başaramadım. Bir şekilde iklimle ilgisi vardı, ani bir patlama noktasına gelinceye kadar sinirler üzerinde bir fırtına gibi baskı yaratan o boğucu, yoğun atmosferle... Sonuç olarak Amok...”
“O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle kalan ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz; çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir.”