Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Sakarya Savaşı Sonrası Başkomutan:
" Bu savaşta subay, astsubay ve erlerin katlandıkları fedakârlık ve gösterdikleri çaba, insan gücünün üstündedir" dedi, gazilerini övdü. 21 Eylül günü Ordu Beyannamesi'nden: " ... Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği sizinkinden daha temiz ve sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. " ... Millet de ordudan geri kalmamıştı. Binlerce sahne aktı hayalinden: Milli yükümlülüklerini gecikmeden yerine getirenler, ikmalciler, kağnı, araba, eşek ve deve kolları, işçi taburları, gizli örgütler, silah ve cephane kaçakçıları, hamallar, gümrükçüler, sandalcılar, motorcular, denizciler, havacılar, doktorlar, gönüllü hemşireler, dikimevi terzileri, sargı bezi hazırlayanlar, takılarını orduya armağan eden kadınlar, ustalar, işçiler, demiryolcular, şoförler, gazeteciler, öğretmenler, yurtsever din adamları, Kuva-yı Milliyeciler, Kızılaycılar, Müdafaa-yı Hukukçular, yöneticiler...
Sayfa 487 - Bilgi YayıneviKitabı okudu
Nor­malde yaz tatilinin ilk günü öğretmenler için de öğrenciler için ol­duğu kadar mutlu bir gündür.
Sayfa 87 - Altın KitaplarKitabı okudu
Reklam
Ve çiçeklere, dürüstlüğe Bir öğle vakti kadar sağlam ve kalın
YKY(e- kitap)Kitabı okudu
E-Titreşimli Diğerleri Ruhsal Güvenin Gülümseyişi, 013, Edmonton, Kanada Soru: Ben bu ruhsal enerjiyi bilinçli olarak barındırmasam bile, sırf onu barındırmak yeterli midir? Grup: Bazılarınız bu enerjiyi bilinçli olarak yazıya aktaracaksı­ nız. Bazılarınız konuşmalar yapacak, kitaplar yazacak, dersler vereceksiniz. Bazılarınız da sadece enerjiyi
Bir okul günü yedi saatse, bunun altısı saçmalıkla geçiyor: yaramazlık yapan çocuklara bağıran öğretmenler, koridorlarda takılırken yapılan dedikodular, ilk anlatıldığında anladığınız bir matematik kavramının anlamayanlar için yeniden anlatılması. Evde eğitim görmenin bana öğrettiği bir şey varsa, o da lisenin insan hayatını nasıl harcadığıdır.
Sayfa 345
ÜNAL YALTIRIK Diyarbakır'da İlkokul 8 yaşında herhalde Diyarbakır'a geliyorsunuz, 1940-41 arası... Kabaca 8-12 yaş arasında Diyarbakır'dasınız diyebilir miyiz? Evet. İlkokula orada başladığım için o hesaba geliyor. 8 yaşında ilkokula Diyarbakır'da başladım. Diyarbakır'daki evinizi hatırlıyor musunuz? Nasıl bir evdi?
Reklam
Tüketim kültürünün desteklendiği anneler günü, öğretmenler günü, sevgililer günü, ebeler günü, dedeler günü ve benzeri onlarca günün kutlanmasının öneminin vurgulandığı okullarımızda, tuvalete yazılacak " suyu dikkatli kullanalım " yazısını dünyanın en önemli çevre duyarlılığı gibi sunmak bize özgü olsa gerek.
Kral Fuad, okulumuzun açılış törenine geldiğinde, öğretmenler adına konuşma yapmak üzere ben seçilmiştim. O günü asla unutamam. Doyasıya kıvanç duyduğum bir gündü. Karşımda öğrenciler, hep bir ağızdan tempo tutuyorlardı: "Ya ya ya, şa şa şa! Kralımız çok yaşa! Ya ya ya, şa şa şa! Sa'd Sa'd çok yaşa!" Sloganlar değişti artık. Şarkılar bile değişti. Bir pahalılık başladı ki akıllara zarar. Pencerenin camından, Nil'i ve ağaçları seyrediyorum. Şu Nil caddesinde en eski ve en küçük ev bizimkisi. Yeni apartmanların arasında sıkışıp kalmış, köhne bir ev. Şu Nil bile değişti. Tıpkı benim gibi o da güçbela, yalnızlık ve yaşlılığı yaşıyor. Albenisini ve güzelliğini yitirdi artık. Gürül gürül, adeta öfkeyle akan o eski Nil, hani nerede?
Yaptığımız her şeyin yalnızlık korkusundan yapıldığı doğru mu? Hayatımızın sonunda pişmanlık duyacağımız her şeyden vazgeçmemiz bu yüzden mi? Düşündüklerimizi bu kadar nadiren söylememizin nedeni bu mu? Yoksa niye bütün o şiddetli geçimsizlik çekilen evliliklere, yalancı arkadaşlıklara, can sıkıcı doğum günü yemeklerine tutunup kalıyoruz ki? Bütün bunlardan vazgeçseydik, sinsice gelişen şantaja bir son verseydik ve kendimize tutunsaydık ne olurdu? Bastırılmış arzularımızın ve onların tutsaklaştırılmasına duyduğumuz öfkenin bir fıskiye gibi fışkırmasına izin verseydik? Çünkü korkulan yalnızlığın temelinde ne vardır aslında? Söylenmeyen sitemlerin sessizliği mi? Evlilik yalanlarının ve dostane yarı-gerçeklerin mayın tarlasından soluğunu tutarak görünmeden geçmek için duyulan zorunluluğun olmaması mı? Yemek yerken karşımızda kimsenin oturmaması özgürlüğü mü? Yaylım ateşi gibi süren buluşmalar kesildiğinde önümüzde açılan zamanın bolluğu mu? Bunlar harika şeyler değil mi? Cennetsi bir durum. Öyleyse neden korkuyoruz bunlardan? Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz sonunda? Düşüncesiz ana babalar, öğretmenler ve papazlar tarafından kafamıza sokulmuş bir korku? Özgürlüğümüzün ne kadar büyüdüğünü görselerdi başkalarının bize imrenmeyeceklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?
Sayfa 314Kitabı okudu
Biraz uzun bir alıntı oldu ama müthiş bir hesaplaşma pasajı
“—İstanbul Erkek öğretmen Okulunun çıkardığı ilk cumhuriyet öğretmenleriydik biz... Tıkabasa rezillik doluydu bizim kuşağın ondokuz yaşı... Anadolu zaferi yetişmeseydi, ne halt ederdik bilmem? Trablus yenilgisinde, yedi yaşındaydım. Dağ gibi bir subay olan palabıyıklı dayımın, kafasını yumruklayarak nasıl ağladığı gözümün önünden hiç gitmez.
339 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.