Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
- Ne diyelim, padişahım sen çok yaşa! - Asıl yaşaması gereken biziz. Onlar bizi yaşatsınlar. İyilikle, sağlıkla, huzurla yaşatsınlar. Ama onlar hep kendileri için yaşatırlar bu devleti. Bizim iyiliğimizi isteyen yok!
Sayfa 97 - İletişim Yayınları
-Asıl hedefi göremiyorlar. Sadece Abdülhamit ile meşgul oluyorlar. Onu yıkmak, onu devirmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Abdülhamit tek adam… Beride otuz milyon adam var. -İyi ama, bu tek adam, bu otuz milyona göz açtırmıyor. Bütün hayat hakkını gaspetmiş... -Orası doğru. Kimse itiraz edemez. Hepimiz onun nasil bu memleketi yıktığını biliyoruz. Fakat mesele o değil. Mesele bu hürriyet aşkının, bu istibdat düşmanlığının asıl düşünülmesi lazim geleni unutturmuş görünmesinde. Hepimiz Abdülhamit ile mesgulüz. Sarayın etrafindaki beş on kişi hariç, ordu, memur, halk, herkes, sabah akşam onu düşünüyor. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz. Bu, Kadirî zikri gibi bir şey oldu. Memlekette iki ses var: Padişahım çok yaşa! Kahrolsun Abdülhamit! İyi ama, sade bununla iş çıkmaz, farz edelim bu adam ortadan yok oldu, onu devirdik, saltanatı bırakti yahut öldü, o zaman ne yapacaklar? Abdülhamit gitti, biz işimizi gördük, artık bize ihtiyaç kalmadı, Allahaismarladık, demeyecekler ya... Her şey gösteriyor ki, Abdül hamit'in hakiki halefi tav'an veya kerhen bu cemiyet olacaktır. Onlar iş başına geçecekler, o zaman ne olacak? - Hele bir kere o gitsin de... -İşte tam onların ağzıyla konuştun. Hele bir o gitsin... Hele bir sabah olsun... Biz saniıyoruz ki bütün fenalıklar sadece ondandır. Hâlbuki değil; fenalık daha derin, daha köklü. Abdülhamit gibi bir ifriti doğuracak kadar büyük. İyice yerleşmiş. Abdülhamit nedir? Senin, benim gibi bir insan. Yalnız bizden biraz başka türlü.
Sayfa 88 - Dergâh YayınlarıKitabı okudu
Reklam
Salih'in sinirlerindeki karıncalanma anmış, tırmalama halini almıştı. Başından geçenleri anlatmak kolaydı. Fakat iyi biliyor­ du ki, ondan sorulan büyük hesaptı, sorunun içinde büyük fa­cianın bütün kırıntıları vardı: "Karılarımız, kızlarımız neden aç kaldı?" "Neden yakacağımız, giyeceğimiz yok?" "Biz Galiçya'sından Kanal'ına kadar dünyanın her yerinde as­lan gibi evlatlarımızı bırakalım da İtalyan oğlanları ta kasabamıza kadar gelsin ha? Sebep?... " Bütün bunların sebebini Salih onlar kadar bile bilmiyordu. Farkına varmadan güldü. Bu gülüş zerre kadar istemediği, kast etmediği ve yine farkına varmadığı halde küçümseyici, hatta alay edici idi. Sesindeki yırtıcı ton da gülüşünün manasını tam bir kasıt haline getiriyordu: "Ne bileyim ben? .. " -omuzlarını silkmişti-. "Seferberlik de­diler. Sancak-ı Şerif açıldı dediler, hadi askere dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar, tüfekler patladı. Boyuna yürüdük. koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız, ilerliyormuşuz, ki­minde gerilermişiz... Hepsinde de ölen tam ölüyor, kalanlanrınsa kimi tam, kimi de yarımyamalak kalıyordu. Sonunda harp bitti, yenildik dediler. "
"Ne olup bittiyse onu anlat," dedi. Alnındaki kırışıklıklar büsbütün derinleşmiş, tel çerçeveli gözlük burnuna düşmüştü. Akıl almaz bozgunların hesabını Salih'ten sorar gibiydi. Salih'in sinirlerindeki karıncalanma artmış, tırmalama hâlini almıştı. Başından geçenleri anlatmak kolaydı. Fakat iyi biliyordu ki, ondan sorulan büyük hesaptı, sorunun içinde büyük facianın bütün kırıntıları vardı: "Karılarımız, kızlarımız neden aç kaldı?" "Neden yakacağımız, giyeceğimiz yok?" "Biz Galiçya'sından Kanal'ına kadar dünyanın her yerinde aslan gibi evlatlarımızı bırakalım da İtalyan oğlanları ta kasabamıza kadar gelsin ha? Sebep?.." Bütün bunların sebebini Salih onlar kadar bile bilmiyordu. Farkına varmadan güldü. Bu gülüş zerre kadar istemediği, kast etmediği ve yine farkına varmadığı hâlde küçümseyici, hatta alay edici idi. Sesindeki yırtıcı ton da gülüşünün mânasını tam bir kasıt haline getiriyordu: "Ne bileyim ben?.." -omuzlarını silkmişti- "Seferberlik dediler. Sancak-ı Şerif açıldı dediler, hadi askere dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar, tüfekler patladı. Boyuna yürüdük, koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız, ilerliyormuşuz, kiminde gerilermişiz... Hepsinde de ölen tam ölüyor, kalanlarınsa kimi tam, kimi de yarımyamalak kalıyordu. Sonunda harp bitti, yenildik dediler."
Fundamentals of Rumi's Thought A Mevlevi Sufi Perspective’in Önsözü
academia.edu/116271428/Funda... Aşağıdaki yazı Fethullah Gülen'in Şefik Can'ın yazdığı "Mevlâna: Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri" (Fundamentals of Rumi's Thought A Mevlevi Sufi Perspective) kitabının İngilizce çevirisine yazdığı önsözle
Fethullah Gülen ve Şefik Can
academia.edu/116271428/Funda... Aşağıdaki yazı Fethullah Gülen'in Şefik Can'nın kitabına yazdığı önsözle ilgili... Abdullah Aymaz'ın kaleminden okuyalım. 1910 yılında Erzurum'da müderris Tevfik Efendi ile Gülşen Hanım'ın oğlu olarak
Reklam
Tanıdık geldi mi?
Hepimiz Abdülhamit ile meşgulūz. Sarayın etrafındaki beş on kişi hariç, ordu, memur, halk, herkes, sabah akşam onu düşünüyor. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz. Bu, Kadiri zikri gibi bir şey oldu. Memlekette iki ses var. Padişahım çok yaşa! Kahrolsun Abdülhamit! İyi ama, sade bununla iş çıkmaz, farz edelim bu adam ortadan yok oldu, onu devirdik, saltanatı bıraktı yahut öldü; o zaman ne yapacaklar?
Orası doğru. Kimse itiraz edemez. Hepimiz onun nasil bu memleketi yıktığını biliyoruz. Fakat mesele o değil. Mesele bu hürriyet aşkının, bu istibdat düşmanlığının asıl düşünülmesi lazim geleni unutturmuş görünmesinde. Hepimiz Abdülhamit ile mesgulüz. Sarayın etrafindaki beş on kişi hariç, ordu, memur, halk, herkes, sabah akşam onu düşünüyor. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz. Bu, Kadirî zikri gibi bir şey oldu. Memlekette iki ses var: Padişahım çok yaşa! Kahrolsun Abdülhamit! İyi ama, sade bununla iş çıkmaz, farz edelim bu adam ortadan yok oldu, onu devirdik, saltanatı bırakti yahut öldü, o zaman ne yapacaklar? Abdülhamit gitti, biz işimizi gördük, artık bize ihtiyaç kalmadı, Allahaismarladık, demeyecekler ya... Her şey gösteriyor ki, Abdül hamit'in hakiki halefi tav'an veya kerhen bu cemiyet olacaktır. Onlar iş başına geçecekler, o zaman ne olacak? - Hele bir kere o gitsin de... -İşte tam onların ağzıyla konuştun. Hele bir o gitsin... Hele bir sabah olsun... Biz saniıyoruz ki bütün fenalıklar sadece ondandır. Hâlbuki değil; fenalık daha derin, daha köklü. Abdülhamit gibi bir ifriti doğuracak kadar büyük. İyice yerleşmiş. Abdülhamit nedir? Senin, benim gibi bir insan. Yalnız bizden biraz başka türlü. Abdülmecit'in oğlu olmayıp da benim oğlum olsaydi hiç de fena adam olmazdı. Biraz vehimli, korkak. Orta hâlli bir marangoz. Titiz, dikkatli, küçük şeylerin üzerinde durmaktan hoşlanan bir adam.
Hem bu kadar sıkıntı çektikten sonra benim de bir parça övünmeye hakkım yok mu? Sonra Abdülhamit’in haksız yere zulüm ettiği, hayatını, istikbalini kırdığı insanlardan biri de benim. “Padişahım çok yaşa!” çağıracak değilim ya... Elbette biraz söylenecektim.
Telefon, Otomobil, Elektrik Neymiş Bütün dünya bu varlıklarla dolarken biz daha bunları görmemiştik. Selanik'te elektrikli tramvayı, oraya gidenler görmüştü. İstanbul'un tramvayları zayıf beygirler, kamçılar altında elim bir haldeydi. Telefonu nazari okuyorduk. Halbuki Avrupa'dan gelenlerden naklen işitiyorduk ki oteller, ticaret
Sayfa 218Kitabı okudu
Reklam
Çok güzel...
Behçet Bey dayanamadı: İyi ama, bu tek adam, bu otuz milyona göz açtırmıyor. Bütün hayat hakkını gaspetmiş... Orası doğru. Kimse itiraz edemez. Hepimiz onun nasıl bu memleketi yıktığını biliyoruz. Fakat mesele o değil. Mesele bu hürriyet aşkının, bu istibdat düşmanlığının asıl düşünülmesi lâzım geleni unutturmuş görünmesinde. Hepimiz Abdülhamit ile meşgulüz. Sarayın etrafındaki beş on kişi hariç, ordu, memur, halk, herkes, sabah akşam onu düşünüyor. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz. Bu, Kadiri zikri gibi bir şey oldu. Memlekette iki ses var: Padişahım çok yaşa! Kahrolsun Abdülhamit! İyi ama, sade bununla iş çıkmaz, farzedelim bu adam ortadan yok oldu, onu devirdik, saltanatı bıraktı, yahut öldü; o zaman ne yapacaklar? Abdülhamit gitti, biz işimizi gördük, artık bize ihtiyaç kalmadı, Allahaısmarladık, demeyecekler ya... Her şey gösteriyor ki, Abdülhamit'in hakiki halefi tav'en veya kerhen bu cemiyet olacaktır. Onlar iş başına geçecekler; o zaman ne olacak?
Attilâ İlhan ile söyleşi: Çağdaşlık ile Batıcılık
Attila Bey, sizinle, Batı, Batıcılık, çağdaşlık kavramları, Türkiye yakın tarihinde bu kavramların dönüşümü, bugünkü durum, Batı’yı aşmak mı ya da onun kuyruğuna takılmak mı sorusu; bütün bunları içeren hem kavramsal, hem de tarihsel bir söyleşi yapalım istedik. Bunlar tartışılan, gündemdeki ciddi konular. Benim gündemimde 40 senedir
Falih Rıfkı Atay
_Çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden, Osmanlı idik. Vatan sözü yasaktı. Padişahın kulları idik. Okul çıkışında ’Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık. Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik. Bütün ekonomi, bütün iç ve dış ticaret, bakkallara kadar çarşılarımız, kadrolarında bir tek Türk
Neyzen, Hayyam, Şair Eşref, Gürpınar
_Ben sana bok demem. Boklar duyar ar eder. Bir zerren düşse boka, onu da mundar eder. Tanrı senin hamurunu, necasetle yoğurmuş. Anan seni sıçar iken, yanlışlıkla doğurmuş. _Rakı, şarap içiyorsam sana ne? Yoksa sana bir zararım içerim. İkimiz de gelsek kıldan köprüye. Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim _Göbekler perçin olmuş, hava geçmez aradan.
_İslam = Arapçılıktır. Asimilasyonla inananı araplaştırır. Her müslüman halk, araplaşmaya mahkumdur. Kuran’ın kendisi, Araplar için Arapça olduğunu söyler.(Şura 7) İnsanın tüm yaşantısı, giyimi, yemesi, içmesi, gezmesi, eğlenmesi, sevmesi, düşünmesi ve inanması “çöl bedevîlerinin kabile kanunu” ölçütlerine göre ayarlanmaktadır. İslamlaşarak milli
92 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.