Richard Hofstadter’in üstadane izah ettiği gibi, kaygı, kavga ve dünyaya hükmetme yolunda ABD’nin “mukadder kaderi"ne olan inanç karışımından ibaret bu milli ruh hali, çıkış yolunu 1898 İspanya-Amerika Savaşı’nda buldu. İspanyol baskısına karşı Kübalı isyancılara yardım etme gibi iyi bir niyetle başlayan savaşa, şimdiye kadar açılmamış bir
"O halde, ikimiz de zenginliğe sahip olmayı istiyorsak, benim gibi bir budala ile bilge arasında ne fark var?" Büyük bir fark var. Zenginlik bilgeye göre köle, budalaya göre efendi konumundadır. Bilge zenginliğe hiç önem vermez, sizin içinse zenginlik her şeydir; zenginliğe, sanki biri size, ona ebediyen sahip olacağınıza dair söz vermiş gibi, davranıyor ve bağlanıyorsunuz, bilge ise fakirliği en çok, zenginliğin tam ortasında dururken düşünür. Bir komutan kendisini, henüz başlamamış olsa bile, ilan edilmiş savaşa hazırlamayan barışa asla güvenmez. Güzel bir ev, asla yanamayacak ve yıkılamayacakmışçasına şımartıyor sizi, zenginliğiniz de her tür tehlikeden uzakmış ve talih onu yıkmaya yetecek olan tüm gücünü yitirmişçesine sersemletiyor. Ablukaya alındıklarında, savaş araçlarından bihaber, kendilerini kuşatanların teşebbüslerini kayıtsızca izleyen ve uzaklarda dikilen yapıların amaçlarına dair tahmin yürütmeyen barbarlar gibi, hiçbir işle uğraşmayıp zenginliğinizle oynuyor ve onun karşılaşabileceği tehlikeleri öngörmüyorsunuz. Aynısı başınıza geliyor, sahip olduğunuz şeylerin içinde aylaklık ediyor, sizi birçok yönden ne çok şeyin tehdit ettiğini ve yakında tüm değerli mallarınızın yağmalanacağını düşünmüyorsunuz. Oysa bilge, birisi zenginliğini elinden alırsa, her şeyini ona bırakacaktır, zira bilge mevcut durumda sahip olduğu şeylerle mutlu yaşar ve geleceğe güvenle bakar.
Erkekler için her şey ne kadar kolaydı. Akıllarında Bir Yere Sokmak yoksa Silah Sahibi Olmak vardı ki o da zaten belirli bir mesafeden Bir Yere Sokmalarına imkân tanıyordu. Hayatlarının gerçeğini oluşturan şey, günbegün bunun nasıl ve ne zaman olacağına dair detaylardı. Hiç iç açıcı değildi tabii ama nispeten çok daha basitti ve kim basitlikten payını almak istemezdi ki; seyyahları çöllere, balıkçıları dalgalara, erkekleri savaşa götüren baştan çıkarıcı bir vaatti o.
“Ona cephede babamı görüp görmediğini sordum. Gözlerini bana dikti, çok uzun baktı. Ha kızdı ha kızacak diye bekledim. Ama kızmadı. Gözlerini yere indirip “Cephede göz gözü görmez.” dedi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] önce Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden farklı bir yönetimle idare ediliyordu. Bu idare gayet sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim sayesinde Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı.
"Bir gün beni sevmemen bile bu savaşa tesir etmeyecek. O zaman asıl büyük yenilgiye doğru sen gideceksin. Sevgimi karşılıksız bırakman bana attığın son kurşun olacak. Açacağın büyük yaraya rağmen yıkılmayacağım, ölmeyeceğim anlıyor musun?"
Asya Hunlarında her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulurdu. Atalara âit hatıraların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin ağır şekilde cezalandırılmasından da anlaşılıyor. Avrupa Hun tarihinde Attila'nın 2. Balkan seferinin (447) sebeplerinden biri olarak Hun hükümdar âilesi kabirlerinin Margos (Belgrad civarında Tuna üzerinde şehir-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulması gösterilmektedir. M.Ö. 79 yılında benzer bir hâdise Hun hükümdarını Moğol Ohuanlarla savaşa sevk etmişti. Hunlar bakımından büyük hakaret sayılan bu harekete Asya'da Moğolları, Batıda misâlini gördüğümüz hırsız papası teşvik eden âdil de eski Türklerin, ölülerini silâhları, kıymetli eşyası, bazen ölen başbuğun altın ve gümüşle bezenmiş teçhizatlı atları ile ve kadınları süs eşyası ve mücevherleri ile birlikte gömmeleri idi. Çünkü Türkler öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına (âhiret) ve ruhların ebediliğine inanıyorlardı. Eski Türkçede (Gök-Türk, Uygur) ruh, can mânasında «tin» kelimesi kullanılıyordu. Bu, aynı zamanda «nefes» demekti. Ölümü nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp uçması şeklinde tasavvur ediyorlar, böylece bazen «öldü» yerine «uçtu» diyorlardı⁷³. Ruhları öbür dünyaya göçen ataların orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları lâzımdı. Ayrıca ataların tasvirlerinin yapılıp saklandığına dair kayıtlar da görülmektedir.
Sun'u farklı kılan, vizyonunun genişliği ve orduyu savaşa sürmenin son seçenek olduğuna dair sarsılmaz inancıydı. Çünkü "düşmanın ordusunu savaşmadan alt etmek yeteneklerin en büyüğüydü."
Zafer , belki de harp denilen fahişenin vâdettiği bir öpücüktü. Fahişe, fakat Mesealina’lar, Kleopatra’lar,Zenon’lar gibi bir fahişe… İnsana her şeyini bıraktıran,insanı her şeyinden vazgeçiren bir fahişe…
Firar, duymayı en son istediği şeydi. Trablusgarp Savaşı’ndan tanidigi Mehmet Efendi’yi karşısına alan Mustafa Kemal, “ Bu durum benim için ve senin için ilk defa görülmüş değildir. Hatırlayınız ki Derne’de İtalyanlar ile yaptığımız bir çok savaşta cemiz bazı kısımların ki Araplar bugün gördüğünüz gibi kaçmışlardı!” Diyerek teselli etti ve şu Verdi “ içiniz rahat olsun diğer kuvvetlerimiz sarsılmadan düşman karşısında durmaktadır şimdi bize düşen bu kaçaklara lanet etmek değil onları tekrar toplayıp savaşa göndermektir. Bunun içinde derhal tabancamızı çıkarınız ve bütün mahiyetinizdeki subaylara aynı yetkiyi verdiğimi bildiriniz. Kaçanları vurunuz.”
Hacc Süresinin 39 ve 40, âyetlerinde şöyle buyruluyordu:
"Kendileriyle savaşılanlara, uğradıkları zulüm sebebiyle savas izni verildi. Allah elbette ki onlara yardım etmeye, onları zafere erdirmeye kadirdir.
Onlar, sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir..."
Abdullah İbn Cahş ilk