Ne zaman ki şehirler; ulemalar şehri, fazilet durağı, mutluluk kapısı, güzellikler yurdu... gibi kavramlar yerine; kendini, arsa, parsel, imar planı, inşaat gibi birkaç kuru kelimeyle anlatmaya başlamışsa, insanların huzuru, itibarı, zenginliği de bunlara sahipliği ile eşdeğer olmaya başlamıştır.
(...)
Tüm büyük şehirler, metropole dönüşünce asaletini yitiriyor; insanı yutan, boğan bir heyulaya, bir homongolosa benziyor. Dingin ve erdemli duruşunu yitirip; ezen, yıpratan bir binalar, betonlar, fabrikalar yığını haline geliyor. Kurt kanununun işlediği, düşenin parçalandığı, güçlünün zayıfı ezdiği her türlü belanın ve cinnetin yuvası haline gelmiş metropollerin belirgin bir özelliği var; kimse kimseyi tınmaz, takmaz, tanımaz. Sosyal yaşam burada yerini bireyselliğe bırakmıştır; yani yalnızlığa.
Gemisini kurtaran kaptan felsefesi egemendir. Hatır, gönül, saygı ve imece gibi kavramların yok olduğu, bireylerin ayıplanma korkusu taşımadığı arı kovanı şehirler, büyük şehir falan değil, bir kumkuma cehennemidir.