TATLI ZAMAN
Tatlı zaman! Ne uzaklara kaçmışsın.
Sanki bütün kadehlerimi içmişsin.
Beni bir pencerede koyup akşamla
Zevki bol bir başka sofraya geçmişsin,
Son aydınlığınla yorgun gözlerime
Yangın gibi bir de gökyüzü seçmişsin.
Bir rüzgar, ağaç ve su kargaşasına
Kapatamadığım bir kapı açmışsın.
Kısaca, bu altüst, bu ıssız bahçeden
Tatlı zaman! Derken nasıl da uçmuşsun!
Yine de, ya gücü tükendiğinden ya da toplanan yığın hayli kabardığı için, alevler tavsadı. Aşk, ayrılık dolayısıyla yavaş yavaş söndü, üzgünlük alışmanın altında boğuldu, sönük göklerini kızıla bürüyen yangın aydınlığı daha bir loşlukla kaplandı, gitgide silindi. Vicdanının uyuşması arasında, kocasına karşı duyduğu tiksintiyi bile sevgilisine karşı istek sandı, hınç yaralarının tatlı bir sevginin yeniden ısınması saydı. Yalnız, fırtına daha dinmediği tutku kül oluncaya dek yanıp tükendiği hiçbir çare çıkıp gelmediği hiçbir güneş görünmediği için, dört bir yanını tam bir karanlık kapladı. Emma içine işleyen korkunç bir soğukta yitip gitmiş gibi kaldı.
Bizim dairenin işleri o denli çoktur ki, çelik dolabı da ona göre. Tüm salon, iki yanı sıra sıra çelik dolap, hepsinin üzerinde de ‘Yangında İlk Kurtarılacak” yazılı. Gülerim ben, yangında ilk kurtarılacakmış. Her biri eşek ölüsü gibi, öyle bir yangın anında Herkes tatlı canını kurtarmaya bakar. Biz odacıysak, yani canımız tatlı değil mi? Yangın olacak, müdür Abdurrahman bey kapıya çıkacak, “Kurtar Kâzım” diyecek, ben de kurtaracağım. Benim zati gücüm yetmez ki bir tanesini yerinden depretmeye… Onun için derim ki süs için yazılmıştır bu yazılar, Ankara göndermiş buyruk, çelik dolapların üzerine böyle böyle yazılar asın, bizim Abdurrahman bey de tutmuş astırmış.
Genel olarak iki tür acımasızlık ayırt ederiz: aptallıktan doğanı, asla düşünülmemiş, asla analiz edilmemiş olanı, doğmuş olan bireyi vahşi hayvanla özdeş kılar. Bu hiç zevk vermez, çünkü buna eğilimli olan kişi hiçbir araştırmaya uygun değildir; böyle bir varlığın kabalıkları ender olarak tehlikelidir: Bundan korunmak her
Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler,
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde
Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan
Sen de bilirsin ya Allah
Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana.
Geçen yazı
Bir dut ağacının altında roman okuyarak geçirdim
Dut taneleri düşerdi sayfalara
Tıpkı tatlı bir yaz yağmuru gibi
Büyük taneli tıpırtılarıyla
Kendimi dut ağacının gölgesini yiyen
Bir ipek böceğine benzetirdim.
Ucuz teşbihler beyaz atlı prenslerdir Pollyanna
Bir şiire gelir
Ve onu bu hayattan kurtarırlar.
Ah Pollyanna,
İçimde sanki hep aynı şarkıyı çalan bir laterna:
Cancağızım basma perdeme bir çiçek de sen olsaydın
Kaçarken yangın merdivenlerine
Keşke grapon kağıtları assaydın.
‘’Zifiri bir halka idi toprak, yıldızlara sığınırdı bazen.’’
Hiç kimse her daim kudretli yahut her daim naçar olamazdı.Yüksekten uçanların boyun eğdiği,alçaktan kanat çırpanların da şimşek hızıyla maviliklerde gözden kaybolduğu zamanlar muhakkak ki vardı.
İnsanları uzaktan seyrederken, onlara her zamankinden yakın olabilirsin...
Devir
Uzatmıyalım, evlendik. Aman ne iyi bir kadın... Ben şiir okurken dalıp gidiyor. Açlığını, susuzluğunu unutuyor. Tam dar gelirlilere mahsus bir kadın. Akşam başlıyorum şiire, ta be sabah... Fukaracık ben şunu isterim, ben bunu isterim demiyor. Tuz ekmeğin gönüllüsü, yeter ki şiir oku... Evelallah bir o elimizden geliyor. Dayanıyorum şiire.