‘Bazen soğuk bir sisin içindeymişim gibi bir yalnızlık duygusu içime çörekleniyor. Orada yalnız başıma durup hayatın kapanan kapısına bakıyorum; o kapının ardında ışık var, müzik var ve tatlı bir arkadaşlık var. Fakat ben o kapıdan içeri giremiyorum. Kader sessizce o kapıyı bana kapatıyor. Dilimin ucuna gelen o çaresiz kelimeleri mırıldanmayacağım, tıpkı dökülmemiş gözyaşları gibi o kelimeler de geri tepecek. Sessizlik ruhuma otağ kuracak. Sonra umut gelecek gülümseyen yüzüyle ve bana şöyle fısıldayacak: İnsanın kendini unutmasında bir neşe var. Böylece başkalarının gözlerindeki ışığı kendi güneşim kılacağım, başkalarının kulaklarındaki müziği kendi senfonim yapacağım ve başkalarının dudaklarındaki gülümseme benim mutluluğum olacak.’
Ah, Marcia,
senin uzun sarışın güzelliğin
liselerde öğretilsin istiyorum,
böylece çocuklar tanrının
tende müzik gibi yaşadığını
ve sesinin bir güneşığı klavseni
gibi olduğunu öğrenirler.
Rıfat, Orpheus'un hikâyesinde kendisini asıl düşündüren şeyin başka olduğunu söylüyor. "Tamam," diyor, "Orpheus'un engelleri aşan, ölümü aşan olağanüstü müzik yeteneği aracılığıyla sanatı kutsuyoruz. Ölüler ülkesinden çıkarmaya çalıştığı karısını görme arzusuyla ve peşinden gelip gelmediğini anlama telaşıyla geriye dönüp bakmasını, böylece karısının ikinci kez ölümüne yol açmasını da bir trajedi olarak görüyoruz. Sanat da trajedi de insanı avutur. Oy- sa hiçbir avuntunun üstünü örtemeyeceği bir gerçek var bu hikâyede: Yaşadığımız dünya Eski Yunan'dan bu yana bir sınav yeri. Hep bir sınava tabi tutuluyoruz, hep kendimize hâkim olmamız, irade göstermemiz gerekiyor."
Sabah kalktığımda yağmur yağıyordu. Gök gürültüsü. Yıldırım. Rüzgâr. Şemsiye ve yağmurluklarla alay eden aralıksız yağmur. Hava gri ve ağır, nem yüzünden kalın. Pencereme vuran yağmuru duyabiliyordum.
Hava bulutluydu. Birbirlerini sıkıştıran bulutlar yağmura gebe, koyu bir renk almıştı. İçimde... Derinlerde bir tuhaflık vardı. Eskiden dinlediğim müzikler ve yağmurlu havalar böyle bir etki yapmazdı üzerimde. Ama sanki müzik ruhumu havalandırıyor ve yağmur sularıyla yıkıyordu.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese
Raymalı-aga kendi zamanında çok tanınmış bir cırav (yırcı), bir ozan idi. Daha küçük yaşta ün kazanmıştı. Tanrı vergisi bir yetenek ve kişiliğinin üç güzel özelliği sayesinde bozkırın en ünlü yırcısı, âşık ozanı olmuştu: Güftesini kendi yazar, bestesini kendi yapar ve güzel sesiyle bunları hem çalar, hem söylerdi. Dinleyenler ona hayran
"Kapkaranlık tüm şehir.
Sen geldin,
Bir şimşek çaktı,
Ve bütün şehir aydınlandı.
Kupkuruydu kaldırımlar, topraklar.
Sen geldin,
Yağmur başladı, ve bütün şehir ıslandı.
Çıt çıkmıyordu koskoca şehirde, her yer sesiz.
Sen geldin,
Bir gök gürledi, güzel bir müzik başladı, ve bütün şehir uyandı.
Sen geldin,
İnanabiliyor musun?
Sen geldin...
Geldin...
Hoş geldin."
Tüm mutlu evlilikler birbirinin aynısıdır, mutsuz olanların her birinin mutsuzluğu ise kendine özgüdür. Herkes bilirki, aşk filmlerini örneğin, ilginç kılan, birbirini seven çiftin hikâye boyunca yaşadığı sıkıntı ve acılardır. İlişkinin kaygısızca yaşandığı süreç ise, sevgililerin yağmur altında yürümesi, dondurma yemesi ve köşe kapmaca oynaması gibi, açıkçası daha ziyade çocukça denebilecek edimler içinde bulundukları birkaç sahneyle ve genellikle de hafif bir müzik eşliğinde çabucak anlatılıp geçilir. Mesut aşkın, tarafları dışında kimseye bir şey ifade etmeyen tabiatı nedeniyle, ben de o iki hafta içinde yaşadığım günleri tatlı bir aşk rüyası diye tanımlamakla yetinebilirdim.
Uzun zamandan beri ilk kez gönlünce müzik dinlemiş, istediği kitapları okumuştu. Kuru toprağın yağmur suyunu emmesi gibi, son derece doğal bir halde yalnızlığın ve sessizliğin keyfini sürüyordu.
'Bazen soğuk bir sisin içindeymişim gibi bir yalnızlık duygusu içime çörekleniyor. Orada yalnız başıma durup hayatın kapanan kapısına bakıyorum; o kapının ardında ışık var, müzik var ve tatlı bir arkadaşlık var. Fakat ben o kapıdan içeri giremiyorum. Kader sessizce o kapıyı bana kapatıyor. Dilimin ucuna gelen o çaresiz kelimeleri mırıldanmayacağım, tıpkı dökülmemiş gözyaşları gibi o kelimeler de geri tepecek. Sessizlik ruhuma otağ kuracak. Sonra umut gelecek gülümseyen yüzüyle ve bana şöyle fısıldayacak: İnsanın kendini unutmasında bir neşe var. Böylece başkalarının gözlerindeki ışığı kendi güneşim kılacağım, başkalarının kulaklarındaki müziği kendi senfonim Yapacağım ve başkalarının dudaklarındaki gülümseme benim mutluluğum olacak.'
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese