... 1917 kışında ve doğuda Çardaklı Boğazı'nın doğusuna düşen 2506 rakımlı tepe karşısındaki bölüklerimiz bazen, kar altındaki çamlıkların ağaç diplerinde, buz tutmuş dere kenarlarından kazana atmak için ot toplamaya, daha açığı otlamaya çıktığımızı bilirim.
. . . Şahlanmış dağlar ve bu asi iklimde gün gecelere dönüştü mü, ortalığa birden, bir sessizlik çökerdi. Diller birden tutulur, yüzler sararırdı. Ve bu hal, hiç kimse tarafından, hiçbir sahne yaratılmadan, sessizce kendi kendine olurdu. Ama duraklama o kadar ani olur ve konuşmalar öylesine birden kesilirdi ki, bu hava yalnız muharebelere katılanları değil, hepimizi de aynı korkunç sessizlik içine gömerdi. Bu sarı bir sessizlikti. İrademiz haricinde hepimiz, bu sessizliğe gömülürdük. Böyle anlarda öyle sanırdık ki biz, bu yüksek dağlarda, bu kış gecelerinde, bu karaltı zeminliğinde, yalnız değiliz. Vadilerden, kayalıkların aralıklarından, bulunduğumuz bu yere birtakım ruhlar sızmaktadır. Bu ruhlar, sessiz kanatlarını dalgalandırarak, havamızda uçuşmaktadırlar. Biz bu kanat dalgalanmalarının ses vermeyen çarpışını, ölü rüzgarlarını, sanki başlarımızın üzerinde, hatta yüzlerimizde hisseder gibi olurduk. Evet, ölü rüzgarlar, ölü ruhlar. Ama hayata doymamış, buruk ve şikayetçi ruhlar...