Dua formel bir şey midir, diye sordu Harun; yoksa zihinsel bir birliktelik, kalbî bir bağlılık, formelin dışında süregiden içten bir fısıltı mıdır?
“İstanbul'a düz yoldan gitmek var,” diye başladı üstad, “bir de asıl yolu bırakıp dereden tepeden gitmek var. Düz yoldan gideceksen, çıkar gidersin. Dereye tepeye saparsan işler karışır; karşına bir göl çıkar, kayık istersin; kayığı verirler, kullanmayı bilmiyorsan, kayıkçı istersin; kayıkçıyı verirler, kürek istersin. Hadi gölü geçtin diyelim, karşına bu defa bir dağ çıkar, tırmanmak için ip istersin; ipi verirler, sağlam ayakkabı istersin. Hâsılı, bir kere yoldan çıkınca, isteklerin ardı arkası gelmez. Düz yoldan gitseydin, otogardan otobüse binecektin, İstanbul'da inecektin, hepsi bu. Sen ölçü ile düzgün yolda yürü, sürekli bir şeyler isteyip durmana gerek kalmaz. Ölçü ile düzgün yolda yürümek, fiilî duadır. Ölçü ile düzgün yolda yürürsen, hayatın dua olur, sen dua olursun. Sonra zaten bilirsin ki bu hayat O'ndandır, her şey O'ndandır, her şeyi veren de alan da O'dur; O zaten gereğini yapıyordur. Her türlü maneviyat ölçüyle akar. Tabi sen, hamd et, salavat getir, tövbe istiğfar ile et duanı, iste isteyeceğini, ayrı mesele; ama ölçü ile düzgün yolda gitmeyen ve sürekli dua dua dua eden kişi, acaba O'nu her işine koşturacağı bir köle mi sanıyor? Bu ayıptır, edepsizliktir. Zamanı şaşırmamak için sağlam bir saat lazım. Muhabbetle, merhametle, adaletle, vicdanla, mertlikle bakacaksın hayata; bu asıldır, aslın taklidi değildir.