Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Eşref Kuşçubaşı

Eşref Kuşçubaşı
@Esref_kuscubasi
Sadece bir okur...
İnsanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gibi ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı.
Sayfa 228Kitabı okudu
Reklam
Ede Balı da kayaya çıkmış, onun omuz başındaki bir oyuğa oturmuştur. Sesi yumuşacıktır, sesi şefkatle gülümsemektedir: -"Dünya'yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz, oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da Dünya'yı çok büyük görüyoruz."
Rakım: -Tevfik benden Karagöz takımlarını istedi. Vapurda sanki "hayal" mi oynatacaktı, dedi. Vehbi Dede dalgın dalgın cevap verdi: -Hayal de insan gibi diyar diyar gezer, hey oğul!
Sayfa 241Kitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Kanuni devrinden niye imparatorluk diye bahsediyoruz? Çünkü onun devrinde imparatorluğun vasıfları görülür; mesela XV. asır boyunca mimariye bakılırsa, birtakım camilerde yerel özelliklerin hâkim olduğu fark edilir. Mesela o asırlarda yapılan Üsküdar'daki Rum Mehmet Paşa Camii veya Atina'daki camilerimiz böyledir. Kanuni devrinde ise bütün bir mimari tek elden çıkmış gibidir. Tırhala'ya, Vidin'e, Haleb'e, Şam'a gidin; Trakya'daki camilere, Ankara'daki Cenabî Ahmet Paşa Camii'ne bakın, aynı tarzı göreceksiniz. Bu, Büyük Sinan'ın ve onun çıraklarının damgasını taşıyan bir mimaridir. XVI. yüzyılda artık karşımızda bir Osmanlılık vardır. Sadece askerleriyle ve kanunlarıyla değil, mimarisi ve sanatıyla da vardır. Bu Karlofça'ya kadar devam eder.
II. Süleyman (1687-1691), IV. Mehmed döneminde 40 yıl kafes hayatından sonra kendisini tahta çıkarmaya götüren ağaya şöyle konuşmuştur: "Kırk yıldır bir karanlık yerde mahbûs ve hayata me'yûs iken yeniden dünyaya gelip gözüm açtım." Süleyman kendisini Kafes'ten çıkarıp tahta götürmek için gelen darussaâde ağasına inanmadı: "İzâlemiz emir olundu ise söyle, iki rek'at namaz kılayım, andan emri yerine getir; sabâvetimizden beri 40 yıldır hapis çekeriz; her gün ölmektense bir gün evvel ölmek yeğdir" dedi ve ağlamaya başladı. "Bunca zamandan beri zelîl ve sefîl, üzerinde bir şey yok, ancak arkasında atlas entari ve ayağında tomak" bulunuyordu. Ağa kendi kürklerinden birini giydirdi, koltuğuna girip tahta oturtmak için 'Arz-Odası'na götürürken hâlâ inanmıyordu; karanlık Arslanhâne'den geçerken "Beni bunda mı öldürürsünüz?" diye sızlandı. Ağa, "Behey efendim, niçün böyle buyrursuz, hâşâ ki izâle emrolunmuş ola, tahta oturmağa gidersiz" diye inandırmaya çalıştı, 'Arz-Odası kapısında Bâbussaâde ağası iç-oğlanlarıyla kendisini karşılamak için hazır durmuşlardı. İşte, XVII. yüzyılda mutlak otorite sahibi pâdişahın düştüğü durum budur.
Reklam
Tahta çıktığında Habsburglar'la devam eden savaş dolayısıyla sınır boylarından gelen havadisler öncelik kazanıyordu. Bundan dolayı III. Mehmed, sık sık cepheden gelen haberleri görüşmek üzere meşveret meclisleri topladı, fikir alışverişinde bulundu. Özellikle Lala Mehmed Paşa'nın bu ilk icraatlarda önemli bir payı olduğu açıktır. Nitekim dönemin tarihçisi Selaniki, padişahın hem onunla hem de babasından sonra kendi hocalığını da üstlenmiş olan Hoca Sadeddin Efendi ile sıkça bir araya geldiğini, memleket meselelerini konuştuğunu kaydeder. Muhtemelen bu sıralarda annesi ve saray ağaları onun üzerinde henüz tam bir nüfuz tesis edememişlerdi. Ancak Safiye Sultan kısa sürede oğlunun mülâyim halini ve kolayca etki altında kaldığını farkederek onu yavaş yavaş kontrol altına aldı. Padişah, annesine ve onun ekibine zaman zaman karşı çıktıysa da kolay şekilde ikna edildi ve kararsız bir tutum sergiledi.
III. Mehmed'in saraya geldiği gün cuma hutbesinde babasının öldüğü ve yerine kendisinin geçtiği ilan edildi, adına hutbe okundu. O gece sarayda elim olaylar cereyan etti. Kardeş katliyle ilgili uygulama icra edildi; dördü yetişkin (Mustafa, Bayezid, Osman ve Abdullah), diğerleri küçük yaşta on dokuz şehzade boğularak öldürüldü. Gelibolulu Ali'ye göre bunlardan dördü on ikişer, diğerleri sekizer yaşlarında idiler. Bir yabancı gözlemcinin aktardığı rivayete göre yetişkin şehzadeler ağabeylerinin huzuruna çıkarak onun padisahligini tebrik etmişler, içlerinden en büyükleri kendilerine dokunulmaması ricasında bulununca III. Mehmed herhangi bir cevap verememiş, büyük bir üzüntüyle başını çevirmiş, ancak atalarının kanununa karşı koyabilecek cesareti gösterememişti. Ertesi gün on dokuz şehzadenin cenazesinin saraydan çıkışı her kesimde büyük tepkiye yol açtı, muhtemelen daha önce bu ölçüde görülmemiş uygulamanın sona erdirilmesi kapılarını da araladı.
Venedik elçilerinin raporlarına göre III. Murad, oğlu Mehmed'e karşı halkın duyduğu sevgiden çekiniyordu, hatta saraydan çıkmamasının sebebi de bu idi. Özellikle Safiye Sultan, Manisa'daki oğlu Mehmed'e kendini aşırı derecede kuvvetli gösterecek hareketlerden kaçınmasını tembih etmişti. Hatta 1585'te Venedik elçisi, sekreterini, ziyaret etmek ve hediye vermek üzere Manisa'ya gönderince, küçük çaplı bir krize yol açmış, veziriazam elçiyi uyarmıştı. Venedik raporlarına göre sadrazam elçiye böyle bir hareketi padişahın yanlış anlayacağını, çünkü oğlunu kıskanmakta olduğunu söylemişti.
III. Murad döneminde Osmanlı siyasetinin ağırlık noktalarından en önemlisini Lehistan oluşturdu. Henri de Valois'in Fransa kralı olmasıyla boş kalan Leh tahtı için yapılacak seçime Avusturya ve Rusya'nın müdahalesi önlendi, Leh tahtına Erdel Voyvodası Istvan Bathory'nin geçmesi sağlandı. Onun ölümü üzerine İsveç kralının oğlu Szigismund'un kral olması yine Osmanlı onayı ile kabul edildi.
Devlet işleriyle yakından ilgilenmeye çalışan III. Murad, vezirazamların yetkilerini sınırlandırması bağlamında telhisleri bizzat okuyup üzerine ilgili mansıp için buyruldu yazmak suretiyle yeni bir tatbikatın başlamasına yol açmış olmalıdır. Nitekim Mesih Paşa'nın sadrazamlığı döneminde onun göreve getirilmesini istediği birine karşı çıkması üzerine telhise, "Sana lâzım olan biz nasbettiğimiz kimseleri kullanmaktır" diye yazmıştı. Dönemin tarihçilerinin eleştirdiği bu tip uygulamalara muhtemelen şehzadeliği zamanında alışmıştı.
Reklam
Gelibolulu Mustafa Âli'nin naklettiği bir rivayete göre, güyâ bir padişah ilk defa tahta oturduğunda ağzından çıkacak ilk sözler, dönemi bakımından belirleyici oluyordu. Bu bakımdan saray halkı heyecanla bunu bekliyordu. Murad (III. Murad) o gece saraya girip tahta oturduğunda, zorlu yolculuğu sırasında sürekli istifrağ ettiği için midesi boşalmıştı ve tabii olarak ilk sözü "Karnım aç" olmuştu. Onun ağzından dökülen ilk cümlelerin neler olacağını merakla bekleyen harem ağaları bu sözleri hayretle karşılayıp yeni başlayan dönemin kıtlığa işaret ettiği dedikodusunda bulunmuşlardı. Bu yıllarda ıklim değişikliklerinin yol açtığı kuraklık ve kıtlığın sebebi de bu olaya bağlanmıştı.
Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.
Mevlânâ şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimai düzen veya düzensizliği ile, rahmaniyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark da bütün varlık hikmeti, Hak'la Hak olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan-ı Kebir'dedir.
Tarih boyunca düzenin sarsıldığı savaş, açlık, deprem, salgın hastalık gibi büyük doğal ve sosyal afetlerde insanların bastırılmış güdüleri yüzeye çıkar; akıldışı davranışlar yaygınlaşır. Yasalar, kurallar, dini inançlar hatta en güçlü tabular bile yıkılabilir. Bu tepkiler birebir aynı olamayabilir çünkü tarihçi Marc Bloch'un söylediği gibi "Bir hastalığın ilerleyişi doktora bedeninin gizli hayatini keşfetmesi için nasıl fırsat sağlıyorsa, büyük bir afetin gidişatı da o toplumun doğasıyla ilgili çok değerli bilgileri verir". Yani felaketler, ortaya çıktıkları toplumun siyasal, ekonomik ve toplumsal düzeninin içine gömülüdür; gösterilen tepki bunlara bağlıdır.
Eğitim alanında yılların birikimlerinin "geleneksel", "klasik", "öğretmen merkezli" gibi kalıplayıcı ifadelerle ötekileştirildiği ve eğitime klişe sloganların bulaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Yüzeysel değerlendirmelerle, basit genellemelerle, efsaneleştirilen sığ modellerle bütün bu kavramsal çerçeveler altüst edilerek, eğitim alanı adeta tarumar edilmektedir. Eğitim, öğrenmenin ve keşfetmenin gerçekleştiği bir kurum iken, artık sertifika ve belge sunmaya başlayan ünitelere dönüşen yapısıyla telaş ve koşuşturmacanın bir aracı haline gelmektedir.
Kültürü sadece manevi sahaya inhisar ettirmek yanlış bir görüştür. Tabiatı işlemek de bir kültür işidir. Evvelce açıklandığı gibi kelimenin asıl mânâsı zaten toprağı işlemek, mahsul elde etmek demektir. Köy, dağ ve kıyı halkımızı sefalet ve cehaletten kurtarmanın yolu, onlara, için de yaşadıkları tabiat parçasından daha fazla istifade etmenin yollarını öğretmektir.
Reklam
Kültür fertleri aşan, fertlere şekil, yön ve şahsiyet veren bir varlıktır. Büyük Alman filozofu Hegel, buna "objektif geist" = "maddeleşmiş ruh" adını veriyor. Hegel'den sonra gelen düşünürler buna "kültür" adını veriyorlar.
Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur.
J. Languschi'ye göre " (Fatih'in) iddiasınca dünyada bir tek imparatorluk, bir tek iman ve bir tek hükümdarlık olamalı imiş. Bu birliği kurmak için de dünyada İstanbul'dan daha lâyık bir yer yok imiş. Bu şehir sayesinde Hıristiyan dünyasını hükmü altına alabilirmiş." Bu sonuncu cümle, Fatih'in kayserlik geleneğini nasıl bir anlayışla benimsediğini açıklar. O, bu sıfatı siyasi bir araç, fetihler için meşru bir hareket noktası sayıyordu. O hanlık, gazilik ve kayserlikte, her üçünde de evrensel hakimiyetin yolunu görmekte idi. Çağdaşı Kemal Paşazâde "tedbiri cihangirlik zikrinde idi" diye Fatih'in gerçek emelini açıklar. Fatih, aynı amaçla Rum Ortodoks Patriği'ni, Ermeni Patriği'ni İstanbul'da payitahtında yerleştiriyor, 1456 tarihinde Amurutzes'e bir dünya haritası yaptırıyordu. Özetle, Fatih kendi şahsında Türk, İslâm ve Bizans geleneklerini bağdaştırarak klasik Osmanlı padişahını yaratıyordu.
Osmanlı sultanları son padişaha kadar gazi unvanını en başta tercih ettikleri bir unvan olarak kullanmışlardır.
Osman Bey zamanında Osmanlı Beyliği; Aydın Beyliği, Karaman Beyliği gibi tam teşkilatlı bir beylik olarak kurulmuş, Bizans'a karşı önemli başarılar kazanmış ve oğlu Orhan hiç itiraza uğramadan onun yerine beylik tahtına oturmuştur. Arap seyyahı Ibn Batuta, 1334'te Bursa'yı ziyaret ettiğinde Orhan'ı şöyle tanıtıyor. " Bu sultan Türkmen hükümdarlarının en büyüğü, servet, toprak ve askeri kuvvetler bakımından en ileride olanıdır. Elinde olan kaleler yaklaşık yüz karardır, kendisi zamanının büyük kısmını devamlı bu kaleleri ziyaret edip, durumlarını gözden geçirip ıslah etmekle geçirir... Babası İznik şehrini yirmi yıl abluka altında tutmuştur, alamadan ölmüş, adı geçen oğlu Orhan, şehri 12 yıl daha kuşatarak almıştır. Kendisiyle orada buluştum, bana büyük meblağda para gönderdi."
Osmanlı İmparatorluğu, bugün beşeriyete sulh getirmek isteyen, fakat materyalist dünyada bir türlü müessir olamayan Birleşmiş Milletler ideal ve teşkilatından daha üstün ve gerçek bir siyasi ve içtimai nizamı temsil ediyordu.
Reklam
Şekil ve taklit bakımından sarfettiğimiz gayretleri bizzat modern ilme ve onun için gerekli müesseselere verimli ve isabetli bir surette teksif edebilse idik bugün Türkiye'nin medeni seviye ve kültür bakımından çok ileri bir merhalede bulunacağı aşikardır.
Tarih şekli ve mutlak taklit esasına dayanmış bir kültür ve cemiyetin hayatiyet gösterdiğine dair bir misâl kaydetmemiştir.
Türk fikir adamları neşriyatını kültür meseleleri üzerinde teksif etmekle beraber, memleketi alâkadar eden mühim iktisadi ve teknik meselelere de yabancı kalmamalıdır. Bilâkis maddi ve manevi kalkınmanın bir kül olduğuna kaniiz.
İnsan îmân ve mefkûreden mahrum kaldığı, yüce mürşid ve manevî zevklerin cazibesinden uzaklaştığı nisbette hayır ve saadet yolunu şaşırır; ruhî boşluk içinde ızdıraba düşer ve cemiyete de zararlı olur.
Uygarlık sanatları ve bilimlerinin çoğunda Ortaçağ Avrupa'sı bir talebeydi, bir bakıma İslam dünyasına bağımlıydı ve bilinmeyen birçok Grekçe eser için Arapça nüshalarına itimat ediyordu.